Cengiz Çandar: DEM Parti tabanında çözüm arzusu kuvvetli, umutlar düşük
DEM Parti Milletvekili Çandar, ilerleme kaydedilebilmesi için iki simgesel adımı sıralıyor: "Demirtaş’ı sekiz yıldır hapiste tutarak hangi anayasayı yapabilirsiniz?"
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama yılı açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, DEM Parti milletvekilleri ile el sıkışması bir anda Türkiye siyasetinin en önemli gündem maddesi haline geldi.
Bahçeli’nin jesti, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından desteklenince akıllara ilk gelen soru ufukta yeni bir çözüm süreci olup olmadığıydı. Açıklamalar birbirini takip ederken, işler birkaç gün içinde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kandil’le görüşüp görüşmediğinin konuşulduğu, Öcalan’a, “örgütü tasfiye edeceğini ilan et” çağrısının yapıldığı bir noktaya geldi.
Uzun yıllar boyunca Kürt sorununa odaklanan çalışmalar yapan kıdemli gazeteci ve DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar, sürecin çok yeni olduğunun altını çizerek ihtiyatlı davranmak ve temkinlilikten ayrılmamak gerektiğini vurguluyor.
Daha önceki çözüm süreçlerine mekanizma, yöntem, görüntü olarak benzemeyecek yeni bir sürece girildiğini düşünen Çandar’a göre durum “bir konuşma/tartışma iklimi”nin başlaması.
Kürt sorununda nihai bir çözüm için TBMM’nin bir çatı işlevi görmesi gerektiğini söyleyen Çandar, konunun Meclis’e gelmesinin işlevsizleştirilmiş parlamentoya işlev kazandıracağı yorumunda bulunuyor.
AKP-MHP ittifakında yaşanan tavır değişikliğinin nedenini Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle ilişkilendiren Çandar, yeni süreçte ilerleme kaydedilmesi için Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması ve eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasını iki önemli simgesel adım olarak sıralıyor.
İki tarafın da derin bir güvensizlik yaşadığını vurgulayan Çandar, "Karşılıklı güvenin tesis edilmiş olduğu an ya da varılan nokta çözümün eşiğine gelinen noktadır" değerlendirmesinde bulunuyor.
Gelişmelerin DEM Parti tabanında nasıl yankılandığına dair “Arzu kuvvetli, umutlar düşük” ifadesini kullanan Cengiz Çandar ile 17 Ekim’de gerçekleştirdiğimiz söyleşide Kürt sorununa dair gelişmeleri, bir önceki sürecin neden başarısız olduğunu ve çözüm için atılması gereken adımları konuştuk.
Fotoğrafların Türkiye siyasetinde mesaj verici işlevini dile getiren biri olarak, Devlet Bahçeli'nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşarak verdiği fotoğrafın anlamı ne sizce?
Devlet Bahçeli, o görüntüden kısa süre öncesine kadar hemen her konuşmasında DEM Parti milletvekillerinin parlamentodan atılmasını, maaşlarının kesilmesini, partinin kapatılmasını, Anayasa Mahkemesi bunu yapmayacaksa Anayasa Mahkemesi’nin lağvedilmesini savunacak kadar üst perdeden sert ve hatta hakaretamiz demeçler vermesiyle bilinen siyasi bir şahsiyet.
Onun DEM Parti sıralarının önüne gelip partinin eş başkanı ve yönetici unsurlarıyla el sıkışması kendi başına siyaset simgeselliği bağlamında bir anlam taşıyor. Fakat Bahçeli aynı zamanda bire bir ilişkilerinde nazik bir insan olarak da biliniyor. Daha önce de Meclis’te, o dönemdeki HDP milletvekillerinin elini sıkmışlığı var. Dolayısıyla sadece el sıkmış olsaydı, belki daha önceki beyanlarından sonra bunu yapması nedeniyle yine bir ilgi ve hatta heyecan uyandırabilirdi ama “ilk kez yaptığı bir şey değil” denebilirdi.
Bunun ötesine geçti iş. Aynı gece TBMM açılış resepsiyonunda kendisine sorulduğu zaman “Dünyada barıştan yanayız o zaman içte de barışı sağlamamız gerekir” diyerek bu davranışın önceden tasarlanmış belli bir siyasi hedefe yönelik olduğu izlenimini verdi. Sonra daha da öteye geçti. MHP’nin grup toplantısında “Doğaçlama değildi” şeklinde konuşarak bunun, tasarlanmış bir hamle, hatta girişim olduğuna dair vurguda bulundu.
Daha da önemlisi ya da en azından onun kadar önemlisiyse ertesi gün, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Bahçeli'yi o davranışından dolayı övdü ve “Uzatılan el, Cumhur İttifakı'nın elidir” diye rejimin bir yeni politik pozisyon aldığını vurgulamış oldu.
Dolayısıyla hepsini bir arada düşünerek baktığımız zaman bunu fotoğraf karesinden, anlık bir durumdan öte, Türkiye'de yeni bir siyasi iklime doğru gidişin bir dışa vurumu olarak görmek daha doğru ve uygun olur.
“Kürt sorununa dair bir konuşma iklimi oluştu”
Yeni siyasi iklim diyorsunuz ama bu yeni iklimin adı çözüm süreci mi olacak?
Çözüm süreçleri, arka planları, nasıl cereyan ettiği, sonuçları veya neden sonuç vermediği üzerinde yıllarca çalışmış, 2020’de yayımlanmış 300 küsur sayfalık Turkey’s Mission Impossible: War and Peace with the Kurds (Türkiye'nin İmkansız Görevi: Kürtlerle Savaş ve Barış) adlı kitap yazmış birisi olarak, son bir hafta içinde bu soruyla muhatap olduğum zaman verdiğim tepki şu: Çözüm süreci demek için çok erken.
Dünyadaki ve Türkiye’deki geçmiş örneklerine bakarak çözüm sürecinden bahsedebileceğimiz bir durumda değiliz. Böyle bir mekanizma ortada gözükmüyor. Bizim alışageldiğimiz, kamuoyunun algıladığı anlamda ve çerçevede bir çözüm süreci değil bu. Ama Bahçeli'nin el uzatmasıyla başlayan ve üzerinde şu anda bol bol tartışılmakta olan gelişmelerden önceki durumda da değiliz.
Cumhur İttifakı'nın mensupları, rejimin sahipleri ya da Türk siyasi karar vericileri diyelim, bunun bir çözüm süreci olmadığı ya da önceki çözüm sürecine asla geri dönülmeyeceğine dair üst üste açıklamalarda bulundu. Buradan hareket ederek, önceki çözüm süreçlerine mekanizma olarak benzemeyecek, yöntem olarak benzemeyecek, görüntü olarak benzemeyecek. Başka bir şey olacak.
Ne olacak? Onu daha bilmiyoruz. Nasıl olacak? Nereye varmak için yol alacak? O konularda son derece puslu, sisli ve bilinmezlerin ön planda olduğu bir durumdayız. Ama Kürt sorunu, DEM Parti, Abdullah Öcalan gibi bütün bu konular çerçevesinde Meclis’in açıldığı 1 Ekim günü ya da 30 Eylül günü bulunduğumuz durumda da değiliz.
Diyalog demek zor çünkü diyaloğun karşılıklı iki unsuru olur ama en azından Kürt sorununa ilişkin, İngilizce “climate of debate” diyebileceğimiz bir konuşma/tartışma iklimi başladı. Dolayısıyla 2015 Temmuz'unda Çözüm Süreci’nin sona erip silahlı çatışmaya dönülmesinden bu yana 9-10 yıllık dönemden farklı bir döneme geçmekte olduğumuza dair izlenimlerim kuvvetlendi. Yeni bir durum olduğunu söyleyebiliriz.
“Yeni dönem farklı parametrelerle yürüyecek”
2019 yerel seçimlerinden sonraki birkaç ay içinde HDP'nin kazandığı belediyelerin neredeyse tümüne kayyım atandığını görmüştük. 2023’teki seçimlerden sonra Van'a bir kayyım girişimi oldu. Hakkari’ye kayyım atandı. Bunun dışında nispeten sakin bir atmosfer var. Kayyım atanmamasını, sizin söylediğiniz ifadeleriyle müzakere/konuşma atmosferine geçiş adımı olarak mı görmek lazım?
Bu zorlama bir yorum olabilir. Bu dönem, daha önceki dönemlerden farklı parametreler üzerinden yürüyecek gibi gözüküyor. O yüzden bir müzakereden ziyade bunu, dönemin farklılığının ifadesi olarak görmek lazım.
Durumu hayra yormak mümkün. 2019'dan sonra, 2016'dan sonra da kayyımlar atanmış ve birçok belediye başkanı tutuklanmıştı. Van'da geri adım atılan, Hakkari’de sonucuna erdirilen olumsuz uygulamanın en azından şimdilik tekrar etmemesi -öyle de devam eder diye umut edelim- 2016 ve 2019 sonrası uygulamalara geri dönülmeyeceği beklentisi verdi.
Siyaset kulislerinde bu adımın zamanlamasına dair üç teori öne çıkıyor: Yeni anayasa için gerekli çoğunluğun sağlanması; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028 yılında yeniden aday olmasını sağlayacak düzenlemenin yapılması ve İsrail’in saldırganlığının Orta Doğu’daki dengeleri sarsmasının Türkiye’ye olan etkisinin azaltılması. Siz bu adımın zamanlamasını neyle ilişkilendiriyorsunuz? Neden şimdi?
Çok kritik, önemli değerdeki gelişmelerin tek bir nedeni olmaz. İlla birini seçmek durumunda değilsiniz. Bunların hepsi, yer hiyerarşisi bakımdan farklılık arz ederek birlikte mümkün olabilir. Fakat üç madde içinde bana kalırsa üstünde en çok durulması gereken, İsrail'in bütün bölge dengelerini etkileyecek hatta değiştirecek biçimdeki askeri saldırgan eylemlerinin bölgenin geleceğini giderek belirsiz hale getirmesi; Türkiye'nin bir bölge gücü ve bölge aktörü olarak kontrol edemeyeceği gelişmelerle yüz yüze kalmaktan kaygılanması; tehdit algılamalarını yeniden gözden geçirmesi ve bu algılama içinde de Suriye'deki Kürtlerle ilgili oluşumun kendi kontrolünün dışında arzulamadığı gelişmelere yol açabileceği kaygısı.
Bu adımın zamanlamasının, DEM Parti seçmen kitlesini arkasına almak, cumhurbaşkanlığı için avantaj sağlamak gibi tamamıyla iç politika öncelikli güncel siyaset gündemlerini ilgilendiren boyutunun çok daha ötesinde, çok daha büyük çapta, çok daha önemli bir yönü olması gerekiyor. Bölgedeki genel askeri ve siyasi durumla ve geleceğin giderek belirsizleşmesinin yarattığı kaygılarla açıklamak bence daha doğru.
Öyle de olsa cumhurbaşkanlığı hesapları, seçimler, anayasa yapımı gibi diğer şıklara kendiliğinden etkisi olur ama bunları da yan ürün olarak üretir. Söz konusu duruma tırnak içinde “açılım” diyeceksek bunda dış faktörün, yani bölgedeki gelişmelerin ve içine girilen tarihi dönemin daha belirleyici olduğunu düşünüyorum.
“DEM Parti’nin, Cumhur İttifakı’nın arkasında hizalanması gibi bir şey olmaz”
Bölgesel gelişmelerin Türkiye'nin politikasını nasıl etkilediğini açıkladınız. Bir de tersini soracağım. 2016’da T24’ten Hazal Özvarış’a verdiğiniz bir söyleşide “Kürt meselesinin çözülmesi, 2013-2014 döneminde konuştuğumuzdaki bağlamını kaybetti. Sadece Türkiye’nin Kürt meselesi yok, bölgenin var” değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Böyle bir denklemde Türkiye’de bir “süreç” yürütülmesinin bölgesel anlamda etkisi ne olur?
İhtiyatlı davranmak ve temkinlilikten ayrılmamak adına ne şekilde gelişmeler olduğunu, bir süre bekleyip görmek gerektiğini biraz da tam kestiremediğim için söylüyorum: Nereye doğru evrilecek? Öcalan ile nasıl, ne tür bir ilişki geliştirilecek? PKK bunun neresine oturacak? Dem Parti’ye uzatılan elin talebi ne olacak?
Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan birden fazla kez, “Dem Partisi bu uzatılan elin kıymetini bilmelidir, aklını başına toplamalıdır” gibi biraz da buyurgan bir ifadeyle uzatılan elin kıymetinden bahsetti. Peki, uzatılan el çok kıymetli onu kabul edelim de, talep nedir?
“Terörle bağını kes” deniyor. Konu buysa, DEM Parti'nin terörle bir bağı yok. Tam tersine DEM Parti şiddet ortamının müzakereyle sona erdirilmesi için parlamentoda temsil edilen ve Türkiye'de Kürt siyasi temsilini en fazla ifade eden parti olarak, “Barışın sağlanması için varım, varoluşum da budur” diyen bir parti.
“Terörle ilişkini kes” demek, DEM Parti’nin Türkiye dışındaki Kürtleri kınaması, “Benim onlarla hiçbir ilişkim olmayacaktır, olmamıştır, yoktur” ilanında bulunması; Cumhur İttifakı'nı oluşturan AK Parti ve MHP ne yapacaksa ve ne yapıyorsa onun arkasında hizalanmasıysa, böyle bir şey olmaz. O zaman DEM Parti’yi lağvedelim gitsin. Anayasa Mahkemesi'ne başvurup kapatmaya çalışmanın da gereği yok. DEM Parti kendi varoluşunu ortadan kaldıracaksa “Ben AK Parti'nin ve MHP'nin bir uzantısıyım, Kürt illerindeki temsilcisiyim” diyecekse DEM Parti’ye gerek yok. Bu, DEM Parti'nin teslim olması için atılmış bir kement anlamına gelir. El uzatmak anlamına gelmez.
Dolayısıyla bu şu ana kadar, bir algı oluşturmak için yapılan söylem bu. İşin gerçeğinin ne olduğunu, aslında nereye doğru evrileceğini anlamamız için şu anda atılmaya çalışılan adımların ne olduğunu ve ne şekilde, nereye doğru yol alınacağını biraz daha net görmemiz gerekiyor. Bence hala çok kesin hükümler verip bir şeyler söylemek için erken bir evrede bulunuyoruz.
İşin başına dönersek, Kürt meselesi bölgesel bir mesele artık. Zaten Cumhurbaşkanı da ikide bir Suriye'ye gönderme yaparak konuşuyor. Suriye topraklarının üçte birinde, merkezinde Kürtlerin yer aldığı 2012’den beri neredeyse 12 yıldır süren bir özerk yönetim var. Suriye dosyası kapanmış değil. Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü, Suriye'nin bundan sonra alacağı şekille birebir ilişkilenmiş durumda. Zaten Suriye'deki gelişmeler [bir önceki] Çözüm Süreci’nin başarısızlıkla sonuçlanmasında aslan payına sahip oldu. O bakımdan Kürt sorunu bölgesel bir konu. Buradan yola çıkarak baktığımız zaman da atılacak her adım, aranan her sonuç sadece Türkiye'yi değil Suriye'yi, Irak'ı hatta İran'ı, bölgeyi ilgilendiriyor.
O yüzden çok daha karmaşık bir ilişkiler bir ağının içinden yol almak durumundayız. Henüz o kadar başındayız ki her şeyin, bu konuda çok kesin hükümler vermek ve büyük laflar etmek kendiliğinden yanılgı getirebilir. Tekrar altını çizerek tamamlayayım; çok çok temkinli ve ihtiyatlı olmanın ve ona uygun bir dil kullanmanın gerektiği bir durumdayız.
Gazeteci Amberin Zaman, Abdullah Öcalan ile PKK liderleri arasında bir görüşme gerçekleştirildiği iddiasını gündeme getirdi. DEM Parti grup başkanvekilleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli, iddialara dair “Bizde bir bilgi yok, bilmiyoruz. İmralı muhataptır. Bir süreç başlayacaksa buyurun, İmralı oradadır” açıklaması yaptı. Gelişmeler Kürt siyasi hareketinin temsilcisi olan DEM Parti’nin inisiyatifi dışında mı?
Amberin Zaman iddia etmedi, önem verdiği, güvenilir kaynakların kendisine “İmralı'yla Kandil arasında bir iletişim kurulmuş olduğunu” bildirdiğini yazdı. Amberin Zaman meslek repütasyonu açısından yalan yazan birisi değil. Güvendiği kaynakların Türk devleti kaynakları olduğunu anlıyoruz. Çünkü “Kürt dosyasına hakim kaynaklar” diyor haberde, kendisine öyle söylemişler. Söyleneni yazdı. O söylenen doğru mu, değil mi bilmiyoruz. Dolayısıyla Amberin Zaman da “Görüşme başlamıştır nokta” demiyor, “Bana böyle söylendi” diyor. Ona öyle söylenmiş olması ve saklı tuttuğu kaynakların da önemli olduğunu belirtmesi yeterince heyecan yarattı zaten. Fakat bilmiyoruz, kimse bilmiyor. Dolayısıyla Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli’nin söylediğinde bir şaşırtıcı yan yok. “Bizde böyle bir bilgi yok” diyor. Yok hakikaten. Gerçekten yok.
Abdullah Öcalan kim, sıfatı ne? PKK lideri. Kandil kim? PKK'nin yönetici kadroları ve silahlı unsurlarının karargahı. Eğer İmralı’daki PKK lideriyle şu anda Kandil'deki PKK unsurları arasında bir iletişim varsa şayet, bunu kamuoyu bilene kadar DEM Parti bilmek zorunda değil. DEM Parti, PKK'nin bir organı falan değil. Böyle bir durum oluyorsa DEM Parti'ye de haber verip “Bak PKK lideri Öcalan ile bizim aramızda bir iletişim var, haberiniz olsun, ona göre davranın” diyecek bir durum yok. Zaten buna “evet” dediğiniz anda DEM Parti ile -bazı çevrelerin iddia ettiği gibi- PKK arasında hiyerarşik ve PKK'nın üstte olduğu bir ilişki var demektir. Ama öyle bir durum yok. Yani DEM Parti bunu bilmek zorunda değil.
Buradan hareketle o zaman DEM Parti olayların dışında mı? Hayır olayların dışında olamaz. DEM Parti, Türkiye'deki Kürt seçmenin kritik kütlesinin siyasi temsilcisi. Kürtleri seçim zemininde, yerel yönetimlerde ve parlamentoda DEM Parti’den daha iyi temsil eden başka bir parti yok. Bu bakımdan Kürt sorununa ilişkin herhangi bir gelişmede ister istemez ve kaçınılmaz olarak DEM Parti bir rol alacak, almaması düşünülemez. Ama şu anda şayet PKK lideri ile Kandil’de, Türkiye sınırları dışındaki unsurlar arasında bir iletişim varsa, DEM Parti bunu bilmiyor olabilir. Bilmek zorunda da değil, bilmek ihtiyacında da değil.
Bu sınırların ve rollerin, kimliklerin gayet net belirlenmesine yarar var. Bir hatırlatma yapayım; 2012-2013 yılından 2015 yılına kadar süren yine İmralı'nın, Kandil'in, devletin olduğu ve çok şeffaf olmasa dahi iyi kötü kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden Çözüm Süreci’nde HDP’nin -yani Dem Parti'nin öncülü sayılan Halkların Demokrasi Partisi’nin- çok görünür bir rolü vardı. İmralı'ya gidip görüşüyordu. Kandil'e gidiyordu. Devlet yetkilileriyle görüşüyordu.
Dolayısıyla PKK ile Kandil arasındaki iletişimde o zaman bir şekilde rol almış olan bir partinin devamı sayılacak olan DEM Parti'nin bu gelişmelerin dışında kalması düşünülemez. Bu gelişmeler yol aldığı sürece DEM Parti'ye düşen bir rol olacaktır. En sonunda bu iş Türkiye Büyük Millet Meclisi çatışı altında çözülmesi gerekecekse ki en doğrusu odur, başrolü DEM Parti oynayacaktır. Ama şu aşamada, son kez bir daha söylemiş olayım, DEM Parti’nin PKK lideriyle Kandil'deki PKK unsurları arasındaki iletişimden haberdar olması gerekmiyor.
“Çözümün TBMM’ye gelmesi, işlevsizleştirilmiş parlamentoya da anlam kazandıracak”
Çözüm Süreci’nde olması gerektiği gibi yasal bir zemin hazırlanmadığı ve sürecin kişilerin iradesinden bağımsız hale getirilmediği dolayısıyla konjonktürün değişmesiyle sürecin son bulduğu çok konuşulan bir konu oldu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçilmesiyle parlamentonun işlevsizleştiğini dile getiren bir milletvekili olarak az önceki konuşmanızda “Çözümün çatısı TBMM olacaktır” dediniz. İşlevsiz diye nitelendirdiğiniz bir Meclis bu süreçte nasıl çatı işlevi görecek? Meclisin rolü nasıl olacak?
Kürt sorunu Türkiye’nin bir numaralı sorunuysa, bu sorun çözülmeden ne Türkiye'nin ekonomisi, güvenlik durumu, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anlamda güncellenmesi ve buna bağlı olarak yeni bir toplumsal sözleşmenin gerçekleşmesi mümkün olamayacaksa, bunun gerçekleşebilmesi için Türkiye'deki tüm siyasi aktörlerin bunda payı ve rolü olması gerekiyor.
Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra parlamentonun işlevsizleştirilmesi, daha da işlevsiz hale gelmesi bir olgu. Ama eğer bu işin üstüne nihai bir çözüm amacıyla gidilecekse, parlamento her şeye rağmen Türkiye'deki yasal siyasi aktörlerin bir araya geldiği ve buluştuğu bir platform. Eğer bu sorun nihai çözüme gidecekse bunun parlamentoya gelmesi lazım. Çünkü aktörlerin tümü orada. Yeni bir toplumsal sözleşmenin tarafları olarak onların ortak iradesi olmadan sorun çözülmüş olmaz.
Bu işlevsizleştirilmiş parlamentoya aynı zamanda işlev kazandıracak, anlam kazandıracak, çok daha büyük değer kazandıracak bir durum olacaktır. Tam da bu noktada yeni anayasanın, parlamenter sisteme dönüş çabalarının, hatta mevcut cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden yarı başkanlık sistemine geçişin gündeme gelebileceği ve harekete geçilebileceği bir zemin oluşacaktır. Ben her ne kadar parlamentonun işlevsiz olduğunu gözlemleyerek, görerek söylemişsem de bu sorun nedeniyle parlamentonun işlev kazanma şansını da görüyorum.
Türkiye'deki bütün siyasi aktörlerin yasal buluşma potası olduğu için parlamentodur. Bu sorun eğer çözülecekse, eğer nihai çözüme varılacaksa, onun çatısı kaçınılmaz olarak TBMM'dir. O zaman da DEM Parti'ye çok çok önemli bir yol düşecektir.
Çözüm Süreci neden başarısız oldu?
Özet olarak soruyorum. 2013-2015 arasındaki Çözüm Süreci neden başarısız oldu? Hangi dersleri çıkarmak gerekiyor?
Bunun için kitap yazdık, hatta o zaman sahip olmadığım bilgileri de ekleyerek yenilemek ihtiyacındayım ve o işle uğraşmaya başladım. Kabaca söylemek gerekiyorsa, burada taraf olanların bununla yüzleşmesi lazım. Birbirini suçlayarak bu iş olmaz. Bugün basında çıkan bazı söyleşilere baktım. “Örgüt ihanet etti” diyor birisi. ‘İhanet’ kavramıyla açıklıyor o tarafa gittiğiniz zaman ya da Kürt sokağına gittiğiniz zaman hükümeti suçluyor. Eğer bu süreç yürümediyse bu sürece dahil olan herkesin şapkasını önüne koyup “Biz nerede hata yaptık” demesi ve karşı tarafı suçlamak yerine önce bir kendisiyle yüzleşmesi lazım. Peki “Niye olmadı?” diye sorarsanız, basitleştirerek üç beş cümlede söyle derseniz, söyleyeceğim şudur:
Bir, o günün siyasi konjonktüründeki aktörlerin birtakım hesapları bu çözüme şans tanımadı. Bunun başında şu andaki iktidar partisinin ve bunun lideri Tayyip Erdoğan’ın hesaplarında anayasa değişikliğiyle şu andaki başkanlık sisteminin hedeflemesi vardı. 2015 seçimlerinde, AK Parti mecliste tek başına hükümet kuracağı çoğunluğu kaybetti. Anayasa yapabilmesi imkansız hale geldi ve Tayyip Erdoğan'ın bütün planları, geleceğe yönelik hesapları bozuldu. Bunun nedeni Selahattin Demirtaş faktörü; HDP'nin 80 milletvekiliyle 7 Haziran 2015 seçimlerini kazanması. O zaman bu sürecin taraflarından biri olan iktidar ve en başındaki Tayyip Erdoğan, Kürtlerle ittifakın kendi projesini hayata geçirmek için çok da anlamlı olmadığı gibi bir sonuca vardı. Bence en önemli, en tayin edici yönlerinden biri işin bu.
İkincisi Suriye’deki gelişmeler: Irak-Türkiye-Suriye sınırında Afrin'i içine alan bir Kürt hattının, özerk bir bölgenin kesintisiz oluşması. Tel Abyad’ın da ele geçirmesinden sonra Kamışlı’dan Kobanê’ye, oradan Afrin’e kadar kesintisiz bir Kürt bölgesinin kurulması, Türkiye'nin tarihsel ve geleceğe dönük jeopolitik hesapları bakımından bir tedirginlik yarattı ve Türkiye'deki yansımalarından endişe edildi. Yani, Suriye'deki gelişmeler bu Çözüm Süreci’nin Türkiye'deki iktidar sahipleri tarafından çok da yararlı ve anlamlı olmadığı sonucuna vardırttı.
Üçüncü önemli unsur taraflar arasındaki ciddi güvensizlikti. Bir yandan PKK tarafı silahlanmaya devam etti. Yani silahsızlanmaya doğru yol alacağına, “bu iş kopabilir” diye silahlanmaya gitti. Türkiye'deki askeri otorite de bölgenin her yerinde ‘kalekol’ diye ifade edilen mevziler inşa etmeye başladı. Şimdi siz barışa gidiyorsunuz ve çok kuvvetli bir savaş hazırlığı halindesiniz. Bu, tarafların birbirine olan güvensizliğinden kaynaklanıyor. Karşılıklı olarak giderilememiş güvensizliğin yarattığı olumsuz sonuçlar da bu sürecin bitirilmesinde rol oynadı.
Şayet bu üç nedene ilaveten dördüncü bir neden de sayarsanız; Türk Devleti'nin pek hoşuna gitmeyecek ama süreç, üçüncü gözü, bir hakemi olmayan, tırnak içinde söylüyorum fazla ‘yerli ve milli’ bir süreçti. Halbuki uluslararası çözüm süreçleri örneklerinin tümü değilse bile çoğunda bir hakem tarafı var. İki tarafın da kabul ettiği “Bir dakika sen şunu yaptığın için böyle oluyor, sen bunu yapmazsan süreç devam eder” diyebilecek ve süreci ayakta tutabilecek bir üçüncü hakem unsurunun bulunmasının yararı var. Olmadığı zaman olmuyor işte. Hakem olunca mutlaka başarılı olunmuyor ama başarısızlığı önleyecek bir emniyet supabı olarak hakem tarafın bulunmasının yararları görülmüştür dünya örneklerinde. Gönderme yaptığınız o süreçte bu yoktu. Bu da bir eksiklikti. Çoğaltabiliriz ama benim görebildiğim en çarpıcı sebepleri bunlar işin yürümemesinin.
“Güven tesis edildiğinde çözümün eşiğine gelinmiştir”
Siz de güvensizliğe vurgu yaptınız. Peki iki tarafta da derin bir güvensizliğin olduğu bir atmosferde güven nasıl tesis edilir?
Güvensizlik varken, gece güvensizlikle yatıp, sabah uyandığınızda “Tamam artık güvenelim” diyemezsiniz. Güven inşa edilmesi gereken bir şeydir. Güven artırıcı birtakım adımların atılması lazımdır karşılıklı olarak. Bunun için zaman lazımdır. Bunun için sabır lazımdır. Bunun için çok büyük esneklik lazımdır. Bunun için iyi niyet lazımdır. En önemlisi bu yönde bir irade lazımdır. Ondan sonra da ne olabileceği, hangi takvimle bu adımların atılmasının mümkün olabileceğini belirleyecek bir yol haritası lazımdır. Tarafların yüz yüze bir araya gelip tüm bunları tartışması, mutabakat araması ve uygulamaya sokması lazımdır.
Bunlar çok hassas, zor işler ve dediğim gibi zaman lazım, iyi niyet lazım fakat hepsinden önemlisi bu yönde irade lazım. Bunlar olduktan sonra güven artırıcı önlemler belirlenir ve bu yönde adımlar atılmaya başlanır. Bir noktada da güven tesis edilmiş olur. Zaten o güvenin tesis edilmiş olduğu an ya da varılan nokta çözümün eşiğine gelinen noktadır. Güven tesis edildikten sonra çözüm mutabakatının eşiğine gelinmiş demektir.
“Demirtaş’ı sekiz yıldır hapiste tutarak hangi anayasayı yapabilirsiniz?”
Çözüm Süreci’nden bu yana Kürt sorununa dair sokağa çıkma yasakları, Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinin tutuklanması, belediyelere kayyım atamaları gibi daha da çoğaltabileceğimiz önemli dönüm noktaları yaşandı. Olası bir çözüm sürecinde masaya oturulduğunda hangi talepler gündeme gelecek?
Keşke olsa ama hayalci olmayalım. Şu anda belli jestlerle yeni bir döneme girildiği işaretini verenler, Cumhurbaşkanı olsun, Bahçeli olsun ısrarla bir masa olmadığını, olmayacağını söylüyorlar. İlla bir odaya girip bir masanın etrafında şekil olarak oturmak olarak anlaşılması gereken bir durum değil bu ama birtakım adımlar atılmadan olmaz.
Soruyu sorarken altını çizdiğiniz hususlar bir film şeridi gibi. Şu yapıldı, bu yapıldı, onlar yapıldı vs. O zaman -film şeridini- geri sarmamız lazım bizim yavaş yavaş. Çok basit unsurlar var, çok basit gerçekten tekrar ederek söyleyeyim. Mesela deniyor ki “PKK silah bıraksın. Terörün bittiği açıkça ortaya çıksın. Onun da belirtisi PKK'nin kayıtsız silah bırakması.” Peki tamam bu nasıl olacak? “İşte PKK'nin bir lideri var. O söylerse olur. Onun söylemesi lazım.” Kim o? Abdullah Öcalan. Nerede? İmralı Adası'nda.
O zaman Abdullah Öcalan bunu söylesin. Konuşulsun Abdullah Öcalan'la ve ikna edilsin ki o da örgütünü ikna etsin. Bu iş bitsin. Ama Abdullah Öcalan 44 ay olacak neredeyse yani iki buçuk senedir tecritte. Nefes alıyor mu, almıyor mu kimsenin haberi olmuyor. Nasıl yapılacak bu iş?
Dolayısıyla “İmralı tecridi kalksın” demek bu yönde atılması tasarlanan, beklenen, istenen adımlar için adeta kendiliğinden ön şart gibi bir durum. Kendiliğinden, o olmadan olmaz çünkü. Yani Abdullah Öcalan konuşmadan, rol almadan olabilecek bir şey değil.
Nitekim Devlet Bahçeli’nin de seçtiği çok sert, haşin sözcükler filtreden geçirip ayıklandığı zaman ortaya çıkan o ki, birkaç gün önce yaptığı son konuşmasında Abdullah Öcalan'dan böyle bir rol talep ediyor. Demek ki Abdullah Öcalan’ı bu rolü oynayabilecek birisi olarak görülüyor. Ama tecrit altında oynayamaz bu rolü. Tecritin kalkması Abdullah Öcalan çevresindeki meşru bir talep.
Aynı şekilde en önemlisi, Türkiye’de Kürt siyasi temsilinin parlamentoya taşınmasında olağanüstü bir rolü olan, elini silaha sürmemiş, bütün varoluşunu sivil siyasete adamış Selahattin Demirtaş sekiz yıldır hapiste. Siz bu kimlikteki, bu özellikteki son derece sevilen bir siyaset adamını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını çiğneyerek, sekiz yıldır hapiste tutarak hangi anayasayı yapabilirsiniz? Hangi sorunun çözülmesine, hangi iyi niyetle, hangi eli nereye uzatarak sonuç alabilirsiniz? Dolayısıyla Selahattin Demirtaş'ın özgürlüğüne kavuşması lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanması lazım. En önemli iki simgesel adımı söyledim: Bir İmralı tecridi, bir Selahattin Demirtaş'ın serbest kalması.
Ayrıca binlerce, on binlerce tutuklu var hapishanelerde. Eften püften sebeplerle tutuklanmış. Bunların demir parmaklıklardan sokaklara çıkması ve siyasi faaliyetlerine özgür bir şekilde geri dönmesi lazım. Bu yönde atılacak adımlarla ancak “Bu iş gerçekten ciddi olabilir, çözülebilir, bir mutabakat sağlanabilir” gibi sonuçlara varırız. Bunun için de illa bir masanın etrafında oturup tarafların çatır çatır müzakere etmesi gerekmiyor.
Bu adımlar siyasi karar verici, yürütme organı ve yargı tarafından -yargı tamamıyla yürütmenin kontrolünde bunu bilmeyen yok- atılmadan iklim değişmez. İyi niyet, umut, bütün bunlar ortaya çıkmaz ve harekete geçemez. Çözüm yolunda ilerlenmesinde engel teşkil eder. Fakat dediğim gibi biz işin çok çok başındayız ve sabırla, dikkatle, kırıp dökmeden, dilimize hükmederek yol almamız gerekiyor.
Peki gelişmeler DEM Parti’nin tabanına nasıl yansıdı? Bu zaten beklenen bir şey miydi? Parti tabanındaki atmosfer nasıl?
Beklenen bir şey olduğunu söylemek çok iddialı olur. Türkiye’de çözüme doğru bir müzakere, özgür bir tartışma ortamının oluşması parti tabanı dediğiniz kitleler nezdinde, özellikle Kürt halkında son derece arzulanan bir şey. Fakat o kadar büyük hayal kırıkları, o kadar uzun zamana yayılmış ve sık bir şekilde yaşandı ki, insanların umutsuzlukları kolay kolay geçmiyor. Arzu kuvvetli, umutlar düşük. Umutların artması ve arzulara uygun bir hale gelmesi için az önce sözünü ettiğimiz adımların görünür hale gelmesi lazım.
“CHP’nin elini taşın altına sokması gerekiyor”
Kürt siyasi hareketi, özellikle 2015-2016 yılından bu yana iktidar ittifakı tarafından ciddi şekilde hedef alınıyor. Halk tarafından arzu edilmeyen bir çözüm sürecinin başarılı olamayacağı ön kabulüyle soruyorum bu soruyu: Sizce AKP ve MHP kendi tabanlarını böyle bir politika değişikliğini ikna edebilir mi?
2010-2015 arasında ikna edememiş miydi AKP kendi tabanını? O zaman zaten kendi tabanlarına hükmedemeyen, kendi tabanlarına ikna edemeyen adamların Türkiye'yi yönetmeleri de, yönetme iddiasında bulunmaları da mümkün olmaz.
Ama tam bu soruda şuna da hemen temas edeyim: Bu, Türkiye'deki bütün siyasi aktörlerin katılması gereken ve o nedenle zaten parlamento çatısı altına mutlaka taşınması gereken bir süreç. O zaman 31 Mart’tan sonra Türkiye’nin bir numaralı partisi haline gelmiş olan bir iktidar adayı olan ve her şeyden önemlisi Cumhuriyet’in kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin de bu konularda elini taşın altına sokması ve rol alması gerekiyor. Cumhuriyet Halk Partisi olmadan olmaz. Sadece DEM Parti, MHP ve AKP kelimelerini telaffuz ederek olmaz. CHP başlıca aktör olarak olmazsa olmaz şartı bu sürecin.
Bu gelişmelerden sonra Meclis içinde bir atmosfer değişikliği yaşandı mı? Sizin bir gözleminiz var mı?
Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa kaydıyla söyleyeyim, yanılabilirim de; son bir hafta, on gün içinde Genel Kurul salonu, kulisler sanki biraz daha anlayışlı, biraz daha yumuşak... Çok da abartmayalım ama bunu. Bir hava var gibi hissediliyor, havadaki moleküller öyle bir his veriyor. Ama belki de öyle görmek istediğimiz bir önyargı da olabilir bu. İhtiyatlı söylüyorum ama biraz daha yumuşamış bir hava var gibi sanki.
Söyleşinin tamamında her şey çok yeni, her şey çok daha taze, vurgusunu çok sık yaptınız. Üst üste gelen açıklamalar, mesela Neçirvan Barzani’nin ziyareti de konuyla ilişkilendiriliyor, hızlı bir şekilde yaşanan gelişmeler sizin için şaşırtıcı oldu mu?
Şaşırtıcı olduğu kanısına değilim. Siyasetçiyseniz, siyaset zemini üzerinden hareket ediyorsanız bu soruya vaktiniz kalmıyor. Adapte oluyorsunuz. Şaşkınlıktan çok bir arayış, ne olduğunu anlama çabası var. Bilinmeyenlerin, bilinenlerden çok daha fazla olduğu bir durumdayız. DEM Parti şaşkınlıktan çok ne oluyoruz, nereye doğru gideceğiz, ne yapılıyor bunu bilmeye çalışıyor.
Turkey recap, Türkiye gündeminden haberler sunarken aynı zamanda Türkiye'de haber yayıncılığını ve gazetecileri desteklemek ve hep birlikte üretmek amaçlarıyla kurulmuş bağımsız bir haber kaynağıdır.
Editoryal ekibimiz tarafından kurulan ve kâr amacı gütmeyen bir dernek olan Kolektif Medya Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Turkey recap Türkçe ve İngilizce dillerinde yayın yapar, derinlemesine analizler ve ülke gündemini özetleyen bültenler üretir.
Gonca Tokyol, Şef editör @goncatokyol
Diego Cupolo, Genel yayın yönetmeni @diegocupolo
Ingrid Woudwijk, Yönetici editör @deingrid
Damla Uğantaş, Türkçe editörü @damlaugantas
Emily Johnson, İngilizce editörü @emilyjohnson
Azra Ceylan, Ekonomi muhabiri @azraceylani