Türkiye'de cezasızlık: "Faillerin ceza almayacaklarına, mağdurların da adalete erişemeyeceklerine dair bir hafızası var"
İnsan hakları savunucusu, avukat Özlem Zıngıl ile Türkiye'deki cezasızlık kültürünü konuştuk
Türkiye’de cezasızlık, kadın cinayetlerinden deprem davalarına, adi suçluların serbest bırakılmasından gözaltında kaybedilen kişilere, hak ihlali yaşanan tüm alanlara sirayet etmiş bir olgu olarak tartışılıyor.
Polis memuru Şeyda Yılmaz'ı silahla vurarak öldüren katil zanlısının 26 ayrı suç kaydının bulunduğunun ortaya çıkması, 8 yaşındaki Narin Güran’ın öldürülmesine dair soru işaretlerinin giderilememesi, ikisi de 19 yaşında olan İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in Semih Çelik tarafından yarım saat arayla katledilmesi gibi son birkaç ay içinde yaşanan olaylar ülkede yaygın bir cezasızlık kültürü olduğu söyleminin daha güçlü bir şekilde dile getirilmesine neden oldu.
Cezasızlığa yönelik tepkiler büyürken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere hükümet yetkilileri meseleyi kamuoyunda bir “cezasızlık algısı” oluştuğu söylemiyle ele alıyor ve cezaları artıracak düzenlemeler yapılacağının sinyalini vermekle yetiniyor.
Ağır insan hakları ihlalleri konusunda çalışan Hafıza Merkezi’nin Hukuk Çalışmaları Program Yöneticisi, avukat Özlem Zıngıl cezasızlığı, yalnızca ceza almamak değil “Gerçek cezanın alınmasını azaltan, bir yandan da hem faillere hem de benzer suçları işleyecek olanlara daha az ceza alabilmenin imkanlarını sunan bir külliyat” olarak tanımlıyor. Zıngıl cezasızlık olgusunun ceza artırımı ile çözülebilecek bir mesele olmadığının altını çiziyor:
“Adalet sistemindeki mesele göze göz değil. O herkesi zaten kör bırakacak bir şey. Mesele süreç adaleti.”
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu “Hukuka erişimimizin, tüm haklarımızdan yararlanmamızın belli araçlarla imkansız kılındığı bir iklim” sözleriyle özetleyen Zıngıl, cezasızlık işaretlerinin bazen olayın hemen ardından, bazen soruşturma sürecinde bazen ise dava sürecinde görülmeye başladığını anlatıyor.
“Suçun tanımlanması da, hafifletici indirimin sebepleri de, ceza ertelemesinin nasıl uygulanacağı da tabii ki siyasi bir kararı gerektiriyor” değerlendirmesinde bulunan Zıngıl, cezasızlık kültürünün failler için ceza almayacaklarına, mağdurlar için de adalete erişemeyeceklerine dair bir hafıza oluştuğunu söylüyor.
Özlem Zıngıl ile Türkiye’deki cezasızlık kültürünü, davaların nasıl adım adım cezasızlığa evrildiğini, cezasızlığın yasal boyutunu ve atılması gereken adımları konuştuk:
Türkiye'de işkenceden zorla kaybetmelere, kadın cinayetlerinden adi suçlara bir cezasızlık iklimi ya da cezasızlık kültürü olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Cezasızlıktan ne anlamalıyız? Cezasızlık kültürü ne demek?
Cezasızlığı kültür haline getiren faillere verdiği güç ve buradan kendi sistemini kurması. Cezasızlık -hukuki, metinlere girmiş terminolojisiyle söylemiyorum- kelime olarak ceza vermeme ya da ceza almama gibi anlaşılsa da aslında indirime uğrama, affa uğrama gibi gerçek cezanın alınmasını azaltan, bir yandan da hem faillere hem de benzer suçları işleyecek olanlara daha az ceza alabilmenin imkanlarını sunan bir külliyat. Bu, sadece ağır insan hakları ihlallerinde değil, bir silsile halinde tüm ihlal meselelerine sirayet ediyor. Bugün kadın cinayetlerinde bunu konuşuyoruz, depremle ilgili bunu konuşuyoruz ya da daha başka adi suçlar anlamında da bunları konuşuyoruz.
Çok yakın dönemde mesela bir kadın polisin, adli bir suçlu tarafından öldürüldüğü vakada hemen haberlere o kişinin ceza sicili yansımıştı. Herkes “Bu kadar sicile rağmen nasıl sokakta” diye konuşmuştu. Cezasızlık gerçekten her alanı kaplayan bir kültür. Bahsettiğimiz sadece ceza almama değil, alması gerekenden daha az cezayı alma, ağır ihlallerde bunun sonraki faillere de tırnak içinde bir “ufuk açılması”. Tabii ki birinin az ceza alması ya da hiç ceza almaması kendiliğinden gerçekleşmiyor. Bunu besleyen cezasızlık iklimi ve o da siyasi bir yerden besleniyor.
Cezasızlığı zihnimizde daha geniş tahayyül etmek için kadın cinayetleri örneğini hatırlamak gerekebilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin sadece Türkiye için değil, tüm Avrupa Konseyi devletleri için de meseleyi açması anlamında çok önemli olan Opuz kararını hatırlayacak olursak; mahkeme kararının içerisinde şöyle bir cümle kurmuştu: “Bu davada cezasızlığı ortaya çıkaran yargı makamlarının pasif kalmasıdır.”
Şikayete rağmen yargı makamlarının gerektiği gibi koruma sağlamaması, fail açısından cezasız kalabileceği düşüncesini doğuruyor. Bu da doğal olarak, o suçu işlemekte herhangi bir beis görmemesi ile sonuçlanıyor.
Bizim baktığımız ağır insan hakkı ihlalleri alanında, cezasızlık kültürünü besleyen siyasi iklimi görmek çok daha kolay oluyor. Çünkü burada fail bir devlet görevlisi. Ağır insan hakkı işleyen bu devlet görevlisi zaten yargı önüne kolaylıkla getirilemiyor. Getirildiğinde de yargılama süreci bağlamında ayrıcalıklardan yararlanıyor. Bunu belki en net görebileceğimiz örneklerden bir tanesi zorla kaybetmeler.
Zorla kaybetmeler çok uzun süre, hatta bugün bile kısmen devlet tarafından gerçeği reddedilen bir olgu. Zorla kaybetmeleri 1980'lerden beri görüyoruz ama özellikle 90'larda bunu tamamen reddeden bir devlet politikası vardı. Ama yüzlerce kişinin zorla kaybedildiğine dair şikayet dilekçeleri sunulmuştu. Bu dilekçeler, savcılıklar tarafından çok uzun süre, neredeyse 20 yıl boyunca işleme alınmadı. Ve sonra Ergenekon soruşturmalarının olduğu dönemde, bir yüzleşme siyasi iklimine doğru gidilirken zaman aşımına günler kala bazı iddianameler hazırlandı. Çok hızlı şekilde zorla kaybedilen yaklaşık 85 kişi için iddianame hazırlandı ve bunlar da az sayıdaki davaya dönüştü.
Uzun süre sürüncemede bırakma hali, o iklimi ve kültürü besleyen çok önemli bir araçtı ve yargı makamları tarafından bu yapıldı. Sonra yargılama sürecinde o hızla açılan iddianame iklimi bir anda kapandı. Bugün yargılanan tüm devlet görevlilerinin beraat ettiği bir duruma geldik. Yargılama sürecinin kendisinde de farklı hukuki araçlar kullanıldı. Bu araçlar adalet mücadelesini yürütenlerin reddedemeyeceği hukuki araçlardı bir yandan da.
Örneğin davanın nakli. Bu hukuki araç gerçekten de güvenlik tehdidinin bulunduğu bir durumda, davanın görülmesi gereken yerden, daha güvenli olduğu belirlenen başka bir yere taşınmasını gerekli kılıyor. Bu ülkede adalet arayışını yürütenler, bu aracın gerekliliğini toptan reddedebilecek pozisyonda değil.
Örneğin JİTEM ana davası olarak adlandırılan davanın Musa Anter cinayetiyle birleştirildiği noktada bir anda güvenlik tehdidi olduğu ileri sürüldü. Yargılanan failler aynı, kamu görevlileri aynı, uzun süre duruşmalar yapılmış, bir tane bile güvenlik tehdidi oluşmamış, dava Musa Anter cinayetiyle birleştiğinde bir anda güvenlik tehdidi olduğu ileri sürüldü ve o dava Diyarbakır'dan Ankara'ya taşındı. Taşıma kararı, ailelerin, avukatların duruşmaya gitmesinde zorluk çıkarttı. Aynı zamanda dayanışmanın da daha az olması sonucunu doğurdu. Zorla kaybetmeler ve hukuk dışı infazlarla ilişkili olarak böylesi bir sürü dava nakledildi. Benzer durumu farklı hak alanlarında da görmek mümkün olabiliyor. Şu anda devam eden bir dava üzerinden söyleyebilirim; Şerzan Kurt'un Muğla'da öldürülmesine ilişkin dava Eskişehir'de görülüyor.
Bu bir araç, bir diğeri sanıkların vareste tutulması diye bir imkan var. Yani sanıklara esas savunmaları alındıktan sonra her duruşmaya katılmama imkanı sağlanması. Çünkü görevine devam eden kişilerin her duruşmaya katılması beklenemeyebilir. Bu da usul hukukunda reddedilemeyecek bir hukuki araç. Bu araç, sanıkların mahkemeye hiç gelmemesini sağlayacak şekilde kullanıldı. Böylesi hukuken mevcut araçların suistimal edildiğini, biraz önce söylediğim gibi yargının pasif kaldığını, farklı reflekslerle hem o iklimi hem yargıda bunu sağlayacak mekanizmaları ve tabii ki zihinsel bir yaklaşımı görüyoruz.
Avukat arkadaşlarımızla bu meseleleri hep konuşuyoruz. Bir örnek verildi, boşanmanın kolaylaştırılması ya da nafaka verilmemesi gibi durumlarda faillerin günün siyasi koşullarına yakın beyanlarda bulunduğu söylendi. Eşinin aslında bir siyasi partinin aktif çalışanı olduğu, boşanmasının çocukları için yanlış bir hayat olduğu gibi, o kutuplaştırıcı iklimin dilinden yararlanarak savunmalar yapıldığını anlatıyorlardı.
Cezasızlık dediğimiz aslında tam da böyle bir şey. Adil yargılanmanın ve hukuka erişimimizin, tüm haklarımızdan yararlanmamızın belli araçlarla imkansız kılındığı bir iklim bu. Sadece cezada da kalmıyor. Başka hukuk alanlarına da sirayet ediyor bu kültür.
Yargının pasif kalmasından, siyasi iklime çok geniş bir çerçeve çizdiniz. Cezasızlık konusu doğrudan devletin sorumluluğu olarak da tartışılan bir yerde duruyor. Devlet politikalarıyla cezasızlık ilişkisini nereden kurmak gerekiyor?
Bütün verdiğim örnekler devletin sorumluluğunda. Teknik bir yere girmek istemiyorum ama insan haklarını ihlal etmemenin asli yükümlüsü devlet. Devlet-birey ilişkisinde, devlet ihlal etmeyecek. Ama birey-birey ilişkisinde insan hakları ihlal edildiğinde de etkili hukuk mekanizmalarını, etkili adalete erişim mekanizmalarını sağlamak zorunda devlet.
Yani birey-birey arasındaki ilişkide de devletin bir sorumluluğu var. O yüzden bu cezasızlık kültürü birey-devlet arasındaki ihlalden diğerine kolaylıkla sıçrayabiliyor. Diğeri de aslında devletin kendi politikalarından çok ayrı bir yerde durmuyor. (Opuz davasında) mahkemenin kararında ifade ettiği yargının pasif kalması meselesi, aslında bir devlet politikasının yargıya yansıdığı aşamayı bize gösteriyor.
Yasal araçların kullanılmasına dair bir mevzuat meselesi de var. Türkiye mevzuatı cezasızlıkla mücadele konusunda ne durumda? Mevzuatta eksik mi var yoksa sorun yasaların uygulanmamasından mı kaynaklanıyor?
Her ikisi de. Bazı durumlarda suçların kategorik tanımlarında problem var. Örneğin zorla kaybetmeler, ceza kanunlarında suç olarak tanımlı değil. Yapılan yargılamalar insan öldürme üzerinden yapıldı ama zorla kaybetmenin sistematik bir boyutu var. Bir suçun tanımını farklı bir suç tanımının içine soktuğunuzda o kendine özgü yapısı ortaya çıkmıyor. Suçun ağırlığına göre yaptırım belirleniyor, (zorla kaybetmenin) ağırlığı kategorize edildiği kişiyi öldürme suçu ile aynı ağırlıkta değil. Doğal olarak yargılanıp ceza aldığında da zorla kaybetme suçunun tanımı ve yaptırımı konusundaki uluslararası teamüle oranla çok daha az ceza alıyor.
Suçun tanımlanmamış olması bir örnek. Onun dışında yine dediğim araçlarla birçok durumda da cezanın indirilmesi söz konusu. Ceza indirilebilir ama yargının farklı araçlarla konuyu oraya götürdüğü, [faillerin] alması gerekenden az ceza aldığı bir yerdeyiz.
Suç olmayan suçun tanımlanması da, hafifletici indirimin ve ceza ertelemesinin nasıl uygulanacağı da tabii ki siyasi bir kararı gerektiriyor. Bunun çözülmesi de bir hedefi, kararlılığı ve amacı gerektiriyor. Şu anda oradan oldukça uzak bir yerdeyiz.
Cezasızlıkla sonuçlanma potansiyeli olan davalarda mağdurların ya da mağdur yakınlarının iki talebinin öne çıktığını görüyoruz. Bir tanesi ağır insan hakları ihlallerinin insanlığa karşı suç sayılması. Diğeri de nefret suçu maddesinin işletilmesi. Zorla kaybetmeler örneği üzerinden işin bir boyutuna değindiniz ama mesela trans cinayetlerinde nefret suçu maddesi işletilseydi ne olurdu? İşletilmemesi nasıl bir tablo çiziyor?
Hafıza Merkezi’nde zorla kaybetmeleri özel olarak seçme nedenimiz aslında çok farklı hak alanlarındaki meseleler için kilit olabilecek bir örnek olmasıydı. Tam da benzer bir durumdan bahsediyoruz. Nasıl kanunda suç olarak tanımlı olmayan bir suç tipini başka bir suç tipinin içine sokuyorsak, nefret suçunda da yasada imkanı olmasına rağmen, olması gerektiği yere değil de daha az ceza vermek için başka bir suçun içine sokuyoruz.
Öldürme vakalarında bunu çok görüyoruz. Basına yansıyan “Dur” ihtarına uymadığı için ya da zırhlı araç çarpmasıyla hayatını kaybeden vakalarda, öldürme suçunun daha az ceza alabilecek olan versiyonlarından, ihtimallerinden gidildiğini görüyoruz.
Bu araçların kullanılması, faile cezasızlık kültürünü nasıl anlatıyorsa, adalet arayışında olanlara da buraya doğru gidildiğinin işaretini veriyor. Yani her iki boyutta da bir hafıza yaratıyor cezasızlık. Failler için ceza almayacaklarına, mağdurlar için de adalete erişemeyeceklerine dair bir hafıza var.
Trans cinayetinde adalet arayanlar için de, hemen diğerlerinde yaşananlar hatırlanıyor ve o cezasızlık işaretleri görülüyor karşılıklı olarak. Birinde başka bir suç tanımı kullanıldığı görülüyor daha iddianamenin hazırlanmasında, bunda da olması gereken nefret suçları maddesinin kullanılmayacağı, daha hafif bir cezaya gidileceği anlaşılıyor.
Dolayısıyla o ikili hafızayı bilmek gerekiyor. Tam da bu ikili hafızanın, özellikle adalet arayışındaki hafızanın ve oradaki arayışın, dayanışmanın büyüklüğü ile bugün biz hala bunu işaret ediyoruz. Cezasızlık kültürü, adalet arayışı kültürünü yiyip bitiremedi. Adalet arayışının yanındaki o büyük talep, hala bunu işaret etmeye devam ediyor. Tehlike, o kültürün diğerinin üstüne daha büyük bir şekilde geldiği bir aşama olacaktır tabii ki.
Cezasızlığın bir hafıza yarattığını vurguladınız. O yüzden cezasızlık kültürü derken bir yandan da cezasızlık mirasından mı konuşuyoruz aslında?
Tabii ki. Hiç tereddütsüz böyle bir miras var. Zaten o kültürü oluşturan da o miras. 12 Eylül Darbesi’ne ilişkin davada Kenan Evren'in yargılanması çok uzun yıllar sonra oldu. Sonucu biliyoruz. Bu cezasızlığın boyutunu 80'lerden önceye de çekeriz tabii ki. Belki de Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar geleceğiz. Katlanarak geliyor. O yüzden oradaki o hafıza çok yeni bir hafıza değil, çok eski bir hafıza.
Daha soruşturma sürecinden cezasızlık işaretlerini anlattınız. Hem avukat hem de gözlemci olarak çok fazla davayı takip ettiniz. Cezasızlıkla sonuçlanan davalar başka hangi kalıplar üzerinden ilerliyor?
Meseleyi olay anına çeken bir patern var. Bazı durumlarda yargı makamlarının dahil olduğu, soruşturmanın başladığı saniyeden önce valilerin, kaymakamların açıklamalarını görüyoruz. Daha hiçbir delil toplanmamışken suçun tanımını yapan, failin suçsuzluğunu anlatan açıklamaları görüyoruz. Öylesi durumlarda, cezasızlık ikliminin çok baştan kurulduğunu anlayabiliyoruz. Bazen de bu iklim daha sonra kurulabiliyor. Siyasilerin söylemi de, olayın medyaya taşınması da, o olayın medyada nasıl işlendiği de bu cezasızlık kültürünün bir parçası. Başta bahsettiğim yargısal araçlar ise yargı eliyle bunun gelmesi ve sonunda bir nevi faillerin aklanması.
[Paternlerin] hepsi aynı anda olmak durumunda değil. Bir tanesi bile bazen [cezasızlığa] imkan tanıyor. Şu anda Nihat Kazanan'ın (12) Cizre'de öldürülmesine dair dava devam ediyor. Nihat Kazanan öldürüldüğünde, daha hemen o anda herhangi bir polisin dahli olmadığına dair resmi bir açıklama yapıldı. Bir süre sonra bir video düştü, Kazanhan’ın aslında nasıl öldürüldüğü canlı canlı kayıt altına alınmıştı. Ve yargı süreci o aşamada ilerlemek zorunda kaldı. O video yayınlanmasaydı belki de yıllarca soruşturma sürecinde kalacaktı Nihat Kazanhan'ın öldürülmesi. Yargılama yapıldı ve faile bir ceza verildi ve fail polis cezaevine girdi. Ama faile verilen ceza alması gerektiğinden daha az bir cezaydı. Sonra ne oldu? Anayasa Mahkemesi’ne gitti başvuru. Anayasa Mahkemesi “Yaşam hakkı ihlali var” dedi. Yeniden yargılama başladı.
Kamuoyu o davayı bıraktığında polis cezaevine girmişti. Yeniden yargılamanın başladığı aşamada bir anda sanık olan polisin COVID-19 tedbirleri nedeniyle salıverildiği ortaya çıktı. Anayasa Mahkemesi, ihlal verdiğine dair önce kısa karar açıklamıştı. Esas uzun gerekçeli kararını yayınlayıp mahkemeye göndermesi ve ondan sonra yargılamanın başlaması gerekiyordu. Bu çok uzun sürdü, bu arada COVID-19 tedbirleri nedeniyle imza yükümlülüğüyle salıverilmiş olan fail sırra kadem bastı. Bugün bulunamıyor. Yeniden yargılama için mahkeme önüne getirilemiyor. Bunların hepsi bu cezasızlık kültürünün bir parçası.
Sonuçta adalet duygusunu kıracak, faillerin hukuken konulmuş kurallardan, yaptırımlardan daha azıyla baş başa kalmaları sonucunu doğuracak her eylem bu örüntüde bir araç ve görüldüğü gibi kullanılıyor.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Yargı Reformu Strateji Belgesiyle ilgili yaptığı açıklamada “Cezasızlık algısını ortadan kaldırmak için ve suçun işlenmesini önlemek amacıyla ceza alt sınırlarının yeniden düzenleneceğini” söyledi. Peki cezaları artırmak cezasızlığı azaltır mı?
Saydığım bir sürü örnekte olduğu gibi tabii ki azaltmıyor. Bu bir zihniyet ve bu bir kararlılık. Zorla kaybetmeler ve hukuk dışı infazlarda bir kararlılıkla zaman aşımına günler kala iddianameler hazırlanabildi. Bu arada o iddianameler de öyle bir-iki sayfalık iddianameler değildi. Gerçekten delilleriyle, suç örüntüsünü ortaya koyan iddianamelerdi. Bu nasıl yapıldı? Buradaki mesele cezayı artırmak değil. Cezayı artırmak bir caydırıcılık değil ki, orada uygulama önemli. Sanıklara yargılama sürecinde nasıl davranıldığı önemli.
Adalet Bakanı'nın sözü, ceza adaletini bir sonuç olarak gördüğünü gösteriyor. Fakat bizim cezasızlık kültürüyle bahsettiğimiz şey bir süreç. Cezasızlığın tamamen sona erdirilebilmesi için ceza adaletinin, bir süreç adaleti olarak tasarlanması gerekiyor. Olayın olduğu ilk saniyeden yargılama sürecinin sonuna kadar bir süreç olarak her adımda, her davranışla bunun kurulması gerekiyor. Diğeri sadece bir sonuç. Ve o sonucun da çeşitli hukuki araçlarla daha da azaltılabileceği bir gerçek.
Gerçekten ceza indiriminin gerektiği durumlar var, bu yadsınamaz. Ama olmaması gereken durumlar da var. Adalet Bakanı’nın dediğini talep edersek herkese çok ağır ceza gerekir. Adalet arayışındaki ya da adalet sistemindeki mesele göze göz değil. O herkesi zaten kör bırakacak bir şey. Mesele süreç adaleti.
O yüzden cezasızlığı sona erdirmek de süreç adaletini kararlılıkla telaffuz etmek ve uygulamayı göstermekle başlıyor. Bunun için de bir sürü dava var, her hak alanından. Trans cinayetlerinden yaşam hakkı ihlallerine, işkenceye, kadın cinayetine, depreme bir sürü konu var Türkiye'de. Herhangi biri seçilerek başlanabilir bu kararlılığı göstermek için.
Uluslararası sözleşmeler cezasızlıkla mücadele konusunda onarıcı adalete erişime de gönderme yapıyor. Onarıcı adalet ne demek? Türkiye'de bir onarıcı adalet mekanizması var mı?
Türkiye'de onarıcı adalet uzlaştırma meselesiyle teknik ve dar bir şekilde ele alınıyor. Uzlaştırma meselesinde tabii ki kendi içinde bir süreç yürüyor ama -adliyelerde ya da kamu spotlarında görmüşsünüzdür- uzlaşma dendiğinde sıkışan iki el gösteriliyor. Mesele sıkışan iki el değil; bozulan adalet dengesinin, hak dengesinin ve haksızlık meselesinin nasıl onarıldığı. Onarıcı adalet tamamen toplumsal barışla ilgili bir mesele. O yüzden de bunu sadece uzlaşma gibi sıkışan iki el karesine sıkıştırmamak gerekiyor.
Yargı süreçleri de onarıcı bir yaklaşımla tasarlanabilir. Bunun hızla aklıma gelen çok basit bir örneği olarak duruşmalarda mahkemeler ağır duruşma yükünden bahsedip sürekli “Kısa konuş, iki cümlede anlat, hemen anlat, yazılı ver” gibi hem savunma makamını yani avukatları hem de mağdurları sıkıştıracak bir yerden hareket ediyor.
Duruşma yükünün ve o kapıdaki duruşma listesinin kalabalıklığını reddetmiyoruz ama böylesi davalarda mağdurun zararının ve onarılması gerekenin tam olarak anlaşılması gerekiyor. Belki de ancak tam olarak anlaşıldığında o indirim sebepleri ne kadar kullanılacak, ne kadar kullanılmayacak ortaya çıkacak.
Cezasızlığı sona erdirmek, süreç adaleti dediğimiz bu bütünü onarıcı bir yaklaşımla ele alarak mağduru anlamak, onun mağduriyetinin ne olduğunu görüp, ona dair bir yaklaşım sergilemekle olur. Tabii ki ceza adalet sistemindeyiz; sonuç bir ceza verme veya vermeme ile bitecek. Ama oraya giden süreçte dinlemek, duymak, anlamak ve anlatmasına alan açmak da ceza yargılaması sisteminde ele alınabilecek bir husus. Bunun onarıcı bir etkisi var. Meseleyi sıkışan iki elden çıkararak düşünmek ve sistemi de ona göre tasarlamak gerekiyor.
Turkey recap, Türkiye gündeminden haberler sunarken aynı zamanda Türkiye'de haber yayıncılığını ve gazetecileri desteklemek ve hep birlikte üretmek amaçlarıyla kurulmuş bağımsız bir haber kaynağıdır.
Editoryal ekibimiz tarafından kurulan ve kâr amacı gütmeyen bir dernek olan Kolektif Medya Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Turkey recap Türkçe ve İngilizce dillerinde yayın yapar, derinlemesine analizler ve ülke gündemini özetleyen bültenler üretir.
Gonca Tokyol, Şef editör @goncatokyol
Diego Cupolo, Genel yayın yönetmeni @diegocupolo
Ingrid Woudwijk, Yönetici editör @deingrid
Damla Uğantaş, Türkçe editörü @damlaugantas
Emily Johnson, İngilizce editörü @emilyjohnson
Azra Ceylan, Ekonomi muhabiri @azraceylani