Turkey recap Türkçe

Share this post

“Henüz kendinizi yeterince köşeye sıkışmış hissetmiyorsunuz”

turkeyrecapturkce.substack.com
Recap dosya

“Henüz kendinizi yeterince köşeye sıkışmış hissetmiyorsunuz”

Nida Kara
Jan 26
1
Share this post

“Henüz kendinizi yeterince köşeye sıkışmış hissetmiyorsunuz”

turkeyrecapturkce.substack.com
Birçok basın meslek örgütü, “Sansür Yasası” olarak da tanımlanan “Dezenformasyonla Mücadele Yasası”nı bir araya gelerek protesto etmişti. (Kaynak)

Media Freedom Rapid Response Koordinatörü ve Freedom on the Net Türkiye Raportörü Gürkan Özturan, Türkiye’de internet üzerindeki baskıları değerlendirdiği bir yayında, yaşanılan tüm bu sansür sürecine karşı tepkisizlik ya da pasif-agresif boyuttan öteye geçemeyen tepkisellik ile alakalı İranlı bir akademisyenden şöyle alıntı yapıyor: “Henüz kendinizi yeterince köşeye sıkışmış hissetmiyorsunuz.”

14 Ekim 2022’de TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen, “dezenformasyonla mücadele” gerekçesiyle Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda değişiklik yapılmasına ilişkin yasa teklifi, muhalefet ve basın meslek örgütleri tarafından “sansür yasası” olarak tanımlanıyor.

Özellikle, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma suçunu” düzenleyen 29’uncu maddenin değişiklik yapılmaksızın Meclis’ten geçmesi, ‘yanıltıcı bilgi’ yaydığı tespit edilen kişi ya da kişilerin 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmasının önünü açıyor.

Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından hazırlanan 2022 Dünya Basın Özgürlüğü Raporu’na göre, Türkiye ‘ifade özgürlüğü açısından ciddi sorunların olduğu’ ülkeler arasında. Rusya, İran, Suudi Arabistan ve Kuzey Kore gibi ülkelerdeki durumun beşinci seviye olarak değerlendirildiği raporda, Türkiye dördüncü seviyede yer alıyor.

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) 1 Eylül 2021- 20 Temmuz 2022 tarihleri arasındaki Dava İzleme Raporu’na göreyse, çoğunlukla gazetecilerin yargılandığı davalarda toplamda verilen hapis cezası, 299 yıl, 2 ay, 24 gün.

Freedom on the Net 2022 yılı raporlamasında, Türkiye’nin internet özgürlüğünün gerilediğine işaret edilirken, özellikle bağımsız ve eleştiri içeren medya kurumlarının internet sitelerinin içerik kaldırmaya zorlandığı, siyasi muhalefet üyeleri de dahil olmak üzere binlerce internet kullanıcısının sosyal medyadaki faaliyetleri nedeniyle cezai soruşturmalara maruz kaldığı ve hükümet yanlısı medya kuruluşlarının sayısının artması nedeniyle, Türkiye’de internet ortamının daha az çeşitli hale geldiği ifade ediliyor. 

Konuyu Turkey recap Türkçe’ye değerlendiren Özturan, önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi “Özgür Olmayan Ülkeler” kategorisinden hızla uzaklaşarak “Özgür Ülkeler” arasında yer alan listede görmeyi umduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bunun için öncelikle altyapıdaki eksiklikleri giderip, içerik üzerindeki kısıtlama ve engelleri kaldırdıktan sonra, kullanıcıların kendilerini ifade etmeleri neticesinde karşılaştıkları hukuki ve gayrihukuki uygulamaların son bulması ve yayıncı kuruluşlar üzerindeki baskıyı sonlandırarak, içerik müdahalelerinin de bitirilmesi gerekiyor.”

İnternetin bir haberleşme aracı olduğu, sosyal medyanın da ana akım habercilikle yer değiştirdiği ilk ve en kritik alanı, Gezi Parkı protestolarının yaşandığı 2013 yılı olarak ifade edebiliriz. 2013 yılından bu yana, Türkiye'de internet üzerindeki etkileşim ağında ne gibi değişiklikler yaşandı?

Sosyal medya şirketlerinin ortaya çıkıp yaygınlaşması ile birlikte, aslında bilgiye erişimin ve toplumsal hareketlerin daha geniş kitlelere erişim açısından kullandıkları yöntemlerde yeni bir boyut kazanacakları çok belliydi. Bunu ilk kullananlardan biri ABD’nin eski başkanlarından Barack Obama oldu, ardından Arap Baharı denen protestolar dizisinde sosyal medyanın etkinliği dünya çapında görünür oldu.

Türkiye’de de 15 Mayıs 2011’de gerçekleştirilen “İnternetime Dokunma” eylemi ile bir hareketlilik kazanan ve Van Depremi ile daha geniş bir kitle tarafından fark edilen, farklı ve yeni model sosyal hareket iletişimi, 2013 Gezi Parkı Protestoları ile büyük bir ivme kazanmış ve aslında Türkiye’de iletişim, habercilik, medya gibi bir çok alanda dönüştürücü etkisini göstermişti. 

2013 yılından bugüne kadar yaşanan değişiklikleri ele alacak olursak, kişiler arasında erişim engellemelerine karşı DNS numaralarının değiştirilmesi, VPN kullanımı gibi sansürü aşmak için kullanılan birçok yöntem geniş kesimler tarafından öğrenildi, internet kullanıcılarının birbirleriyle iletişim kurma yöntemleri de sosyal medya mecralarının sağladıkları olanaklara göre yeniden şekillendi -ve hatta gündelik konuşma diline sosyal medyada öne çıkan, bilinen kalıplar da dahil oldu. 

Haber merkezleri ve medya mecraları, geleneksel yöntemlerle üretilen içeriklerin artık hedefledikleri kesime ulaşmada eskisi kadar başarı sağlamadığını, ve tek taraflı yayıncılığın getirilerinin oldukça azaldığını idrak ederek, tüm yayınlarında daha etkileşimli ve “demokratik” olarak tabir edilebilecek sosyal medya eklentilerini de dahil etmeye başladılar. Bu açıdan yaklaştığımızda, 2013’ten itibaren dizilerin bile bir etiketleri olduğunu ve izleyicilerin eskisi gibi edilgen izleyici koltuğundan çıkarak, anlık yorumlarını paylaşan etkin izleyiciler olduğunu görüyoruz.

Gerek kendi adını kullanarak, gerekse anonim bir biçimde internet ortamında düşüncelerini beyan eden geniş bir kesim, bunu elbette yalnızca bir alana sınırlamadı. Daha önceki dönemlerde oldukça sınırlı bir ölçüde kaldığı söylenebilecek “kesişimsel” aktivizm, Gezi’de çevre ve kent hakkı ile başladığı eylem ve söylemlerine, diğer alanlara da girerek devam etti ve bu on yıllık sürecin en büyük kazanımlarını bir nebze de bu sayede edindi. Tüm sosyal hareketler ve sivil toplum kuruluşları bu ivme sayesinde kendilerine yeni müttefikler buldular ve ilerlemeci mücadele alanlarını genişletebildiler.

Elbette bu süreçte yalnızca olumlu gelişmeler yaşanmadı. Dağınıkmerkez aktivist toplulukların karşısında oldukça merkeziyetçi ve çoğu zaman doğru olmayan bilgileri sistemli bir biçimde yayarak algı operasyonlarına dahil olan, gerçekliği olmayan ve abartılı bir görüntüden ibaret bir destek mekanizması da aynı dönemde yükseliş gösterdi.

Troll ağlarının faaliyetleri neticesinde, internet ortamında anonimlik hakkını kullanmak istememiş ve kendi adıyla tüm açıklamalarını yayınlayan kişiler birçok sorunla da karşılaştılar; bu sorunların bir kısmı da kısıtlayıcı ve baskılayıcı kanunlarla denetim altına alınmak istenen dijital ortamı daraltan türdendi.

Özellikle Türkiye gibi siyasi ve sosyal bir iklime sahip ülkelerde, internet kullanımına dair müdahaleler, sosyal yaşama yönelik müdahalelerle paralellik gösteriyor mu?

İnternet ortamında gördüğümüz her şey aslında günlük yaşamda olanların bir yansımasıdır. Bazı konularda fiziksel yaşama göre ilerleme hızı çok daha yüksek olsa da, aslında sokakta ne görüyorsak internette bunun karşılığının olduğunu bilmemiz gerekiyor. Buna, sosyal yaşama yönelik gerçekleştirilen müdahaleler de dahil elbette. 

Siberay devriyelerinin kesintisiz gözetim yaptığı, hatta kitlesel gözetim adına BTK’nın ülkedeki tüm internet kullanıcılarının bütün verisini anlık olarak barındırdığı -ve birçok kanunu ihlal ettiği- bir ortamda, aslında distopya gibi bir internet yönetimine sahip olduğumuzu söylemek abartı olmaz. Her ne kadar düzenlemeler ve kanunlar henüz taslak aşamasındayken dünyadan farklı ülkeler örnek gösterilse de, bu örneklerde gösterilen ülkeler hep mümkün olan en kötü örnekler oluyor. 

Maalesef bugüne kadar “Estonya’da şöyle iyi bir uygulama varmış, bunu temel alarak biz de bu taslağı hazırlayalım” diyen bir iktidar göremedik ya da var olan sorunları kapsamlı bir çalıştayla derinlemesine tartışarak çokpaydaşlılık ilkesi temelinde çözüm üretilmesine öncülük eden ve dijital haklar ve hürriyetler kanun tasarısı hazırlayan bir muhalefet olmadı.

Nefret söylemi, halkı kin ve düşmanlığa sevk etme, hakaret... Bunlar, sosyal medya kullanıcılarının çoğunlukla yargılandığı suçlamalar. Yaptığınız çalışmalar doğrultusunda, internet alanını denetleyen oluşumun, bahse konu suçlamalar ve paylaşımları analiz edebilme konusunda yetkin olduğunu söyleyebilir misiniz? Cevabınız hayırsa, suçlamalara imkan verecek filtreleme nasıl ve kimler tarafından yapılıyor?

Yasa yapım süreçlerinde sıklıkla dile getirilen “sıradan yurttaşların internet ortamındaki saldırgan faaliyet ve kişilere karşı korunması” gerekçesi her nasıl oluyorsa, yasalar yürürlüğe girdikten sonra hedefinden uzaklaşıyor ve “sıradan yurttaşlar” için kabul edilen bu yasalar daha sonra bir zümreyi sıradan yurttaşlara karşı korumak için kullanılıyor.

Taslak aşamasındaki gerekçelendirmeleri esnasında tartışmalı kanunları örnek gösterilen ülkelerde dahi bu maddeler toplumdaki kırılgan kişi ve gruplar için yasada yer alırken, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesi unutularak üstünlerin hukuku düsturuyla toplumdaki en güçlü kesimlere bir kalkan vazifesi görüyor. 

Denetleyici oluşumlar, tıpkı iktidarların medyayı ele geçirmesi gibi, internet ortamında da tek-merkezci bir yaklaşımla kendisini korumak isteyen siyasi otoriteler için oluşturulmuş birer ceza mekanizması gibi çalışıyor adeta. Hakkaniyetten uzak verilen kararlar toplumdaki adaletsizlik duygusunu pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor ve bu da aslında çok tehlikeli bir geleceği inşa ediyor. 

Nefret söylemi gibi hassas konularda, öncelikle vicdana dayalı bir bağımsız kurul tarafından bir değerlendirme gerekirken, maalesef bizim gördüğümüz uygulama daha çok toplumdaki gücü elinde bulunduran kitlenin hassasiyetlerini gözeterek yalnızca onların baskın konumunu daha da güçlendirecek faaliyetler sergiliyor.

Tartışmalı konulardaki değerlendirme sürecini kesinlikle iktidar güdümündeki kurumlardan uzak düşünmek gerekiyor. Öyle ki, belki de yalnızca sivil toplum temsilcileri ve yargı mekanizmasının temsilcilerinin olduğu bağımsız bir kurum. Bu konu da, tıpkı dijital haklar ve hürriyetler çalıştayı önerimde olduğu gibi, çokpaydaşlı bir biçimde tartışılarak, geniş katılımlı ve uzlaşıya dayalı bir biçimde şekillendirilmesi gereken bir yapı olmalı. 

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) 2022 yılı Dava İzleme Raporu’na göre, ifade özgürlüğü davalarında en çok yargılanan meslek grubu gazetecilikti. (Kaynak)

Twitter'da en dikkat çeken resmi yetkililerden biri olan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, gerek Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Barış Atay'ı, gerekse özlük haklarını istediği için Ankara’da polis tarafından gözaltına alınan Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyesi ve biyoloji öğretmeni Betül Koca’yı hedef alan tweetler atmıştı. Hatta, Soylu’nun paylaşımının ardından Atay, Kadıköy'de saldırıya uğramıştı. Böylesine agresif paylaşımlar konusunda herhangi bir yaptırım uygulanmaması, toplumda nasıl bir etki yaratır? 

Yalnızca bakanın açıklamaları değil aynı zamanda toplumun genelinde var olan şiddet sorununun internet ortamındaki yansıması, özellikle de hedef gösterme gibi söylemlerin kısa sürede bir değerlendirmeye girmesi gerekirken, bazen bu söylemler günlerce -ve daha geniş kitlelere yayılarak- varlığını sürdürüyor; mecra nihayet bir karar verdiğinde belki de hedef gösterilen kişi yoğun bakımda tedavi altında oluyor. 

Önceki yıllarda Freedom on the Net raporlarında da yazıldığı üzere, defalarca gazetecilerin benzer saldırılara maruz kaldıklarını görmüştük ve yine geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan bilgi sızıntılarına göre sosyal medya şirketlerinin bu kutuplaşmayı kâr amacıyla bilinçli bir biçimde engellemediklerine yönelik bilgiler paylaşılmıştı. 

Bu uygulamanın iki farklı sonucu olabilir. Birincisi, toplumda özellikle de adalet yoksunluğunu kabullenmiş kişiler için gözardı edilemeyecek bir yöntem olarak hedef gösterme ve şiddet teşvikinin öne çıkması. İkinci muhtemel etki ise mafyavari bir dijital ortamı görüp, tümden içe kapanan fikirlerini açıklamaktan çekinen ve yaratıcı fikirlerin ortaya çıkamadığı edilgen bir topluma dönüşüm süreci.

Bu aşamada, daha da yaygın olarak göze çarpacak olan şey, Türkiye’den başka ülkelere beyin göçünün çok daha hızlı bir şekilde devam etmesi ve umudunu yitiren gençlerin hayallerinin peşinden koşmak şöyle dursun, hayal kurmaktan bile imtina etmeleri olur. 

Basın özelinde konuşmak gerekirse, 90'lar öncesinde gazetecilik faaliyetleri yürütmeye başlamış basın çalışanları, eskiden bilgiye ulaşmanın zor, yayımlamanın kolay olduğunu söylerken; şimdilerde bilgiye ulaşmanın kolay, yayımlamanın ise zor olduğunu belirtiyor. Otosansürün basit bir tanımlaması olan bu karşılaştırma, 2022 Ekim ayında Meclis'ten geçen "Dezenformasyon Yasası"nın amacına ulaştığına işaret eder mi?

Basın açısından yürürlükte olan yasalara baktığımızda, önceki yıllarda çıkarılan yasalardan farklı olarak nihayet dezenformasyon yasası artık iktidarın söyleminden farklı bir söylem yayımlamayı suç sayabilecek bir ortam hazırladı. Her ne kadar bu yazının kaleme alındığı süreçte henüz birkaç aydır uygulamada olup elimizde yeterli veri olmasa da, yasa henüz taslak aşamasındayken iktidara mensup kişilerce bu yasa kaynak kabul edilip gazeteciler, sivil toplum kuruluşları ve muhalif siyasetçiler hedef alınmıştı. 

Yani aslında yaşanan sorunlar hukuki olmaktan çok öte bir gerçekliğe sahip. Sansürün ve yasakçılığın temellerini önce uygulamada atıp, ardından buna bir kılıf olarak hukuki düzenlemenin getirildiğini defalarca deneyimledik. 

Yıllar içerisinde önce içerik erişimi engelleme uygulamasının getirilmesi, ardından erişim engelleme yetkisinin genişletilmesi, sonrasında içerik kaldırma uygulamasına geçilmesi ve nihayet, içeriği ortaya çıkaran kişilerin hapis cezası ile tehdit edilir hale gelmesi kademeli bir geçişi gösteriyor bizlere. Ancak bugün bilgiye erişimin kolay olup da yayımlamanın zor olmasının nedenini ben daha çok medyadaki sahiplik ilişkileri ve medyanın çok büyük bir kesiminin iktidar güdümünde olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. 

Çıkarılan kısıtlayıcı ve baskıcı yasaların, temel hak ve hürriyetlerle çelişemeyeceği ve Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca güvence altında bulunan ifade hürriyeti ile basın özgürlüğü maddelerine göre, hakikate dayalı ve basın ilkeleri ve etiğine temellenmiş haberlerin herhangi bir kanuna karşı savunulamayacak yanı yoktur.

Elbette, 15 yıldır Türkiye’de çıkarılan bu yasalar maalesef ki halen varlıklarını sürdürüyorlar; fakat umarım önümüzdeki yıllarda dünyayı daha geniş bir açıdan gören ve çoğulcu demokratik yaşamı ilke edinen bir topluluk, çokpaydaşlılık ilkesi çerçevesinde bir araya gelerek yurttaşlar için Dijital Haklar ve Hürriyetler Kanunu üzerinde çalışabilir.

Bireylerin, sosyal, toplumsal ve siyasi konularda kendini ifade edebilmesi adına ana araç olan internete yönelik sansür faaliyetlerine karşı sessizliği nasıl açıklanabilir? İlerleyen yıllarda, özellikle Mayıs 2023'te gerçekleştirilmesi planlanan seçimler göz önüne alındığında, bu sessizliğin yansıması ne olarak karşımıza çıkar? 

2007 yılından bu yana çıkarılan ve internet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi amacı güdülen yasalara bakıldığında, her geçen yıl bir öncekine kıyasla daha da kısıtlayıcı ve baskıcı, gözetimi artıran yasalarla çevrili olduğumuzu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, tüm bu baskılara ve hatta yıllar içerisinde gözlemlediğimiz ev baskınlarına, tutuklamalara rağmen, söylemleri nedeniyle şiddetli saldırılara maruz kalan kişileri gördüğümüz halde, toplumun çok büyük bir kesiminin sindirilmediğini söyleyebiliriz. 

Elbette, belirli bir ölçüde bu yasaların muhtemel etkilerinden çekinen kişiler kendi söylemlerini ve dijital ortamdaki varlıklarını yeniden değerlendirdiler. Etrafımızda iş başvurusu nedeniyle sosyal medya hesaplarını kilitleyenler, iş arkadaşları ve daha az samimi oldukları sosyal çevreleri için kendi adlarıyla ikinci bir hesap açanlar, iş görüşmelerinde “neden XYZ siyasetçiyi/medyayı takip ediyorsun” sorularına maruz kalanları düşünecek olursak, aslında bu yasaların etkilerinin kapsamını da görmek mümkün olur.

Son zamanlarda gözlemlediğimiz sessizliği, Türkiye’de daha önce farklı dönemlerde gözlemlediğim “sessiz tepki” şeklinde tabir edilebilecek kültürel bir unsur olarak düşünebiliriz. Özellikle de seçim süreci yaklaşırken, elindeki “oy gücünü” son raddesine kadar kullanmak isteyen seçmen, var olan sorunlara çözüm olarak içinde bulunduğu duruma dair memnuniyetsizliğini dile getirmekle yetinmeyip -veya buna hiç kalkışmayıp- sandık başında oy pusulasıyla baş başa kalacağı anı bekliyor olabilir. Tabii bu sessizlik aynı zamanda bir kısırdöngüye de neden oluyor. 

Son olarak, internet üzerindeki bu baskıcı yaklaşım, "kültürel hegemonya" çalışmalarının bir aşaması ya da sonucu olarak değerlendirilebilir mi?

Toplumların yaşamlarını oturdukları yüksek koltuklardan tasarlayabilecekleri yanılgısına düşen siyasilerin sayısı azımsanamayacak kadar azdır. Matbaanın icadından bu yana, günlük yaşamın medya üzerindeki yansımasını kendi dünya görüşüne göre şekillendirmek isteyenler önce basın yasakları, sansür kurulları oluşturdu, habercileri hapsetti ve türlü eziyetlerle isteğini gerçekleştirmek istedi.

Kitapları toplatıp yasakladı, yazarlara binbir türlü eziyetle bir muameleyi layık gördü, ardından gazete ve kitaplara yapılanların benzerlerini, kısıtlama-odaklı bir biçimde radyo ve televizyonlar için yaptı, son olarak da internet ortamına yönelik aynı uygulamayı sürdürüyor.

Aslında, internete dair çıkarılan kanunlara bakacak olursak, 19. yüzyılda basılı gazetelere yönelik sansür uygulamalarından çok uzakta olmadığını görebiliriz; içeriğe müdahaleler, yayın lisansları, kayıt zorunluluğu gibi uygulamaların çerçevesi değişmiş olsa bile içerik olarak benzer bir yaklaşımı sergiliyor. 

Bu açıdan bakıldığında kültürel hegemonya çalışmaları kapsamında, iki farklı kültürden bahsetmek mümkün; birincisi kendini olduğu haliyle internet ortamında da var etmek isteyen bir toplum, ikincisi de bu toplumu zorla şekillendirebileceği yanılgısındaki bir otorite.

Dezenformasyonla mücadele ilkelerinin en başında yer alan yöntem, bilgi kirliliğini, onu inkar etmekle önleyemeyeceğiniz; aksine doğru bilgiyi kamuoyuna sunmanız gerektiğidir. Kültürel hegemonya açısından bakıldığında da aslında buna benzer bir yaklaşım etkili olur; dilediğinizce yasaklayabilirsiniz ama karşı tarafın zorla susturulmuş olması, susturan tarafın kültürünün kabul gördüğü anlamına gelmez; en iyi ihtimalle ilk fırsatta silkelenip terkedilmek üzere tahammül ediliyordur. 

Umuyorum, önümüzdeki yıllarda Freedom on the Net raporlarında nihayet “Özgür Olmayan Ülkeler” kategorisinden hızla uzaklaşarak “Özgür Ülkeler” arasında yer alabilir Türkiye. Tabii bunun için öncelikle altyapıdaki eksiklikleri giderip, içerik üzerindeki kısıtlama ve engelleri kaldırdıktan sonra kullanıcıların kendilerini ifade etmeleri neticesinde karşılaştıkları hukuki ve gayrihukuki uygulamaları sona erdirmesi, yayıncı kuruluşlar üzerindeki baskıyı sonlandırarak, içerik müdahalelerini de bitirmesi gerekiyor.


Bültenimizi okuduğunuz için teşekkür ederiz! Henüz abone olmadıysanız ücretsiz olarak abone olabilirsiniz.

Abone olun

Destek olmak için aşağıdaki linke tıklayın.

Destek olun

Önerilerinizi ve eleştirilerinizi bize iletin: info@turkeyrecap.com

Nida Kara, Freelance gazeteci @Kara__Nida

Erman Çete, Gazeteci @ermancete

Share this post

“Henüz kendinizi yeterince köşeye sıkışmış hissetmiyorsunuz”

turkeyrecapturkce.substack.com
Comments
TopNew

No posts

Ready for more?

© 2023 Turkey recap Türkçe
Privacy ∙ Terms ∙ Collection notice
Start WritingGet the app
Substack is the home for great writing