Kitlesel Demans'a engel olmak: Ya tutarsa?
Yönetmen Murat Yüksel, Alman filozof Theodor W. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” tanımına karşın, sanat ile bellek tutuculuğu yapmayı şöyle ifade ediyor: Ya tutarsa?
Kitlesel Hafıza, Toplumsal Hafıza, Kolektif Hafıza… Birçok tanımlamaya sahip söz konusu hafıza, grup kimliğiyle önemli ölçüde ilişkili, olguların grup üzerindeki bellek ve bilgi havuzunu ifade eden bir kavram. Fransız Filozof ve Sosyolog Maurice Halbwachs tarafından 1925’te yayımlanan Les cadres sociaux de la mémoire kitabıyla çözümlenen toplumsal hafıza kavramı, bireylerin içinde bulundukları toplumun tarihine paralel geliştirdikleri, o topluma ait olmayı sağlayan en önemli unsurlardan biri olarak açıklanabilir. Peki, nedir Türkiye toplumlarını toplumsal hafıza noktasında ortaklaştıran ya da ortaklaştırması gereken? 1938 Dersim Katliamı, 1964 Rum Sürgünü, 1978 Maraş Katliamı, 1980 Askeri Darbesi, 90’lardaki köy yakmaları ve zorla kaybedilmeler, 2013 Gezi Parkı Protestoları, 2015 Ankara Gar Katliamı ve niceleri… Daha sağlıklı bir toplum olmak, hatırlamak değil ama unutmamaktan geçer mi? Tatsız gerçeklerle yüzleşme yeteneği bilinçten mi gelir, yoksa dış etmenlerle uyarılan bir güdü müdür?
Yönetmen Murat Yüksel, kendini ‘toplumsal bellek tutucu’ olarak tanımlıyor. Toplumsal bellek tutucu olmada kullandığı aygıt ise belgeselleri.
-Kendinizi 'toplumsal bellek tutucu' olarak tanımlıyorsunuz. Öncelikle, toplumsal bellek tutucu ne demek? Toplum hafızasını güncel tutmak ne kazandırır?
Toplumsal Bellek dediğimiz şey, bir toplumun hafızasından ibaretmiş gibi görünse de arkasında bambaşka bir durum olgusu bulunuyor. Toplumsal bellek ile kişisel bellek arasındaki fark, kişisel bellek bireyin kendi yaşamış olduğu herhangi bir anıdan ibaretken, toplumsal bellekte anlar farklılık gösteriyor. Toplumsal bellek, bireylerin yaşamış olduğu ortak olaya şahitlik etmesi ve yaşaması aslında. Örneğin, Gezi Direnişi toplumsal belleğe en güzel örnektir. Tarih sahnesinde bu ve buna benzer onlarca olayı sıralayabiliriz. Epizodik ya da anısal bellekte birey kendi yaşamış olduğu kötü/iyi bir anıyı belleğinde tutarken, toplumsal bellekte birçok bireyin yaşadığı olaylar örgüsünde, topluca bir şahitlik durumu vardır. Toplumsal bellek, bir köprü görevi görür. Zaten belgeselcinin de belgeselinde yapmış olduğu, bu köprüyü kurmaktır.
İnsan dediğimiz kavram, yaşam savaşı devreye girdiğinde bir çok şeyi unutma noktasındadır. Bu yüzden, topluma mal olmuş ve derin yaralar açmış olayların, unutulmaması adına gelecek kuşaklara aktarılması gerekir. Bu noktada da kendimi Toplumsal Bellek Tutucu diye tanımlıyorum.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanan Sivas, Çorum, Maraş gibi toplumsal alanda yara açan olayların güncelliği her ne kadar tazeliğini korusa da bu topraklarda tekrar yaşanması an meselesi olan şeyler. Bunu biz değil, otoriter rejim belirliyor ya da onun domino taşları. 6-7 Eylül olaylarına yakından bakacak olursak, İstanbul Ekspres gazetesinin o dönemki Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu ve atmış olduğu bir başlık ile koca bir halk hareketlendi ve tarihe kara bir leke olarak geçen 6-7 Eylül’ün bu topraklarda yaşanmasına neden oldu. Bugün bu topraklarda hafızayı ne kadar güncel tutarsak tutalım, bir arada yaşamanın ne kadar önemli olduğunu öğrenemezsek, daha çok bu olaylarla karşılaşabiliriz.
Şuna da değinmek istiyorum: Belgesel sinemanın, köprü kurmakla birlikte tanıklık etme, tanıtma, eğitim, propaganda ve bellek oluşturma gibi işlevleri vardır. İşte bu noktada, ben de bir belgesel sinemacı/yönetmen olarak bir bellek oluşturma ve bu belleği gelecek kuşaklara aktarmak istiyorum. Yani şunu diyebilirim, insanlığa karşı işlenen bir suçu/suçları kendi yorumumu da katarak sizlere aktarıyorum.
-Şu ana kadarki çalışmalarınız arasında zorla yerinden edilme, iklim, emek ve Yazar Uğur Şahin Umman'ın geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları'ndan çıkan "Çalışma Acısı" adlı kitabında belirttiği gibi, "zamana yayılmış iş cinayeti" olarak tanımlanabilecek meslek hastalıkları var. Tüm bu unsurlar, toplum hafızasında ne kadar yer kaplıyor?
Azınlıkları anlatarak başladığım ilk belgesel çalışmamla birlikte, ikinci çalışmamda evlerinin diplerine kadar gelen Jeotermal Elektrik Santrali’ne (JES) karşı mücadele eden köylülerin hikayesini anlattım. Burada da karşımıza yine azınlıklar çıktı. Türk Dil Kurumu (TDK), azınlığı şu şekilde açıklıyor: bir toplulukta herhangi bir nitelik yönünden ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar. Belki çok süslü bir söylem olacak, ama bana göre Aydın köylüsü de şu an kendi topraklarında azınlık durumuna düşmüş. Hukuktan başka sarılabileceği bir alan da kalmamış. Karşı çıksa ve dirense, bu sefer terörist ilan edilecek ve hiç mücadele etmeyecek.
Yani hasıl olan insan var olduğundan beri, hep bir iz bırakma derdindeydi. İnsanlık mağaralardan çıkarken ‘Ben de buradayım’ dedi. Biz bunun sayesinde, o dönemin insanlarının neyle uğraştığını az çok tahmin edebiliyoruz. Günümüze gelecek olursak, bunu anlatabilecek onlarca materyal varken, gerçeği anlatmanın onlarca alternatifi olmuyor, çünkü gerçek tektir. İşte burada ‘belgesel sinema’ giriyor. Bana göre bu alan çok güçlü bir sanat alanı. Belgesel Sinema, tarihin bu boşluğunu doldurur nitelikte. Siz eğer bu alanı boş bırakırsanız, tarih yazan güçler kendi doğruları doğrultusunda, o boşlukları bundan yola çıkarak tazeler. Silikozis, zamana yayılmış bir iş cinayetidir. Sanırım bunun başka bir açıklaması olamazdı.
-2016 yılında yayımlanan ve birçok festivalde gösterilen belgesel İmroz, hem aidiyet hem aidiyetsizlik, hem hatırlama hem de unutulma gibi birçok karşıt kavramı içinde barındırıyor. Bu belgesel üzerine çalışmaya iten motivasyon neydi? Anadolu coğrafyasında birçok yerinden edilme hikayesi mevcutken özellikle İmroz yerlilerine yönelmenizin özel bir sebebi var mı?
Burada iki temel sorunum oluyor. Öncelikle neyin belgeselini çekeceğim ve bu çekeceğim belgeselde neyi kadraj dışında tutacağım. Bu iki önemli sorunun cevabını kendime verdikten sonra belgesel çekimine başlıyorum. İki soru da birbirini tamamlayan diyalektik bir politika içerir. Toplumsal Bellek üzerine çalışıyorsanız, illa ki belgeselinizin de politik olması gerekmektedir. Çünkü karşınızda unutulan bir geçmiş bulunuyor.
İmroz Belgeseli, bir gençlik projesiydi. Hatırlamak ve Anlatmak için Şehre Bak projesi kapsamında Ankara’dan öteye gidemeyen düşüncelerimizi, bir araya getirdiğimiz zaman nelerin ortaya çıkabileceğini göstermek isteyen bir proje. O dönem Mardin’de yaşıyordum. Mardin’e dair birçok şey yapma fikri aklımdan geçiyordu ama bir çoğu yapılmıştı. Bu projede, proje arkadaşlarımla birlikte yaşadığımız coğrafyanın sıkıntılarını birbirimize anlattık. Çanakkale katılımcısı olan arkadaşımız, ada hikayesini anlatınca, burada bir şey yapmak gerekiyor fikri bende gelişti ve bu durumu diğer arkadaşlarımla da paylaştım. Ortak bir noktada buluştuk. Göç, hatıra, anı ve acı… Bizim bildiğimizi, duyduğumuzu insanlara da aktarmamız gerektiğini düşündük ve bu belgeseli çektik.
Başlarda belirtmiş olduğum ve açıkladığım ‘Toplumsal Bellek’ kavramı tam olarak İmroz belgeseline karşılık geliyor. Yüzyıllardan beri bu topraklarda yaşayan ve sorunu olmayan bir millet, yönetimin değişmesiyle birlikte, daha doğrusu yönetim değişiminin ilk adımlarının atılmasıyla birlikte yaşadıkları yerde yabancı oldular. 20. yüzyıl başlarına kadar adada Müslüman nüfus yok denecek kadar azken, ilerleyen süreçle birlikte bu nüfus artmaya başlıyor. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan itibaren cılız olan Türk Burjuvazisini canlandırma adına akla gelen ilk şey Gayrimüslimlerin mallarına dolaylı yoldan el koymak olmuş. Burada Varlık Vergisi adında ortaya çıkan şey aslında daha önce de belirttiğim gibi, burjuvaziyi biraz daha zenginleştirme. Dönemi büyüteç altına alıp incelememiz gerekmiyor, zaten birçok esnaf, zanaat dalı Gayrimüslimlerin elindeydi. Varlık Vergisi ile başlayan süreçleri 6-7 Eylül olayı, İmroz’da kurulan cezaevi, İmroz adının değiştirilerek Gökçeada’ya dönüştürülmesi ve Kıbrıs Çıkarması takip etti. Atılan tüm adımlar, aslında birer hançer niteliğindeydi.
-Jeotermal Yetti Gari belgeselinden kaynaklı tanış olduğunuz, hayatlarına dokunduğunuz, köyleri JES'ler tarafından neredeyse işgal edilen birçok insan sizden bahsediyordu Aydın ziyaretim esnasında. Belgesellerinizden kaynaklı insanların size karşı tavrı ne oluyor genel olarak?
Jeotermal Yetti Gari belgeselinin çekimlerine Aydın/Kızılcaköy’de başlamıştık. İlk gösterimi de orada yapma kararı aldık. İnsan ilişkileri bu tür işlerde çok önemli. Çünkü insanların size güvenmesi gerekiyor. Evet, sıkıntıları var ve bu sıkıntıları anlatmak için birilerine ihtiyaç duyuyorlar. Güven dediğimiz kavram karşılıklı gelişmekte. Mesela, Jeotermal Yetti Gari’yi çektiğim zaman Kızılcaköy’de yaşayan bir teyze, “Herkes belgeselini çekip gitti ama sen bizim köyde bir başkasın, geldin belgeselini gösterdin. Söz vermiştin burada göstereceğim diye ve dediğini yaptın” demişti. Sadece belgesel çekmiyorsunuz, iletişim de sağlıyorsunuz. Belgesel çekerek aracı oluyorsunuz ama, mücadelenin içinde de yer almanız gerekiyor. Mücadele zamanla sizi içine çekiyor. Önce güveni sağlamak gerekiyor, daha sonra belgesel çekimi zaten çorap söküğü gibi geliyor.
-İlk gösterimi Kasım ayında yapılacak olan Vakti Gelince adlı belgesel, Kuvars-feldspat çıkarılan işletmelerde önlem alınmadan çalıştırıldığı için Silikozis hastalığına yakalanan Çineli işçileri konu alıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, işçilerin "Çalışma Acısı" üzerine çalışma motivasyonunun kaynağı neydi? Bu süreç nasıl gelişti?
İşçiler emek gücünü satarken, emek gücünün satıldığı işyerlerinde bu işçileri, sürecin aksamaması adına takip eden “beyaz yakalılar” var. Bu işçiler de masa başında çalışmakta. Her iki grup birbirlerini sevmiyor olsa da, tek bir kişi tarafından sömürülüyor. İşçi, yeteri kadar güvenlik önlemi olmadığı için Silikozis hastalığına yakalanıyor, ‘Beyaz Yakalı’ da işçinin güvenlik önleminin yetersizliğinden kaynaklı, aylık tutturulamayan kota yüzünden mobbinge maruz kalıp psikolojik baskı hissediyor. Her iki çalışma grubu da bir şekilde sağlık sıkıntısı yaşıyor. Ama birbirlerinden haberdar, ama birbirlerinden habersiz… Fark eden bir şey var mı? Yok. Ortadaki yegane durum, sömürülmek ve buna karşı bir birlik sağlayamamak. Maden ocaklarının birçok noktasında kayıt aldık. Masa başı çalışanı ve yeri geldiğinde sahaya inen bir mühendisle de karşılaştık. Tüm gerçekliğiyle, biz orada olup biteni anlatabildik mi? Hayır! Çünkü kadraj dediğimiz kavramın içine aldığımız kadar o kadrajın içine sığmayan nesneler ve onu oluşturan öyküler de mevcut. Burada Umman’ın Çalışma Acısı kavramı devreye giriyor.
-Son olarak, hafızasızlaşan toplumlarla ilgili soru yöneltmek istiyorum. Toplumun hafızasını yitirmesinin en büyük sebebi ve kaynağı ne? Yaşanılan sürgünler, katliam, toplu ölümler, zorla kaybedilmeler, yok edilen iklim... Toplumun bunları yok sayması ya da saydırılması, kimlere ne kazandırıyor?
Otoriter rejimin kendi doğrusu noktasında insanların hareket etmesi adına, kendi tarihini empoze etmesi... Bahsetmiş olduğum, tarihteki boşlukları kendi doğruları noktasında doldurması ve buna paralel gerçeklerden uzaklaşması... Zaten yeterince sorgula(ya)mayan bir toplumda, otoriter rejim kendi doğruları noktasında bir şeyler ortaya çıkardığında kitleler kendi doğruları olarak bunu alıyor. Kaynağı ise, otoriter rejimlerin en büyük ideolojisi olan milliyetçilik. Kendimi bildim bileli sürekli savaş içinde olan bir ülkeyiz.
Cumhuriyet tarihi öncesinde de, sonrasında da hep ezilen, yok edilen bir halk karşımıza çıkıyor. Emperyal güçler, globalleşen dünya ile birlikte ortak hareket etmenin önemini anladı ama, bu süre zarfında dezavantajlı insan toplulukları, ortak hareket etmenin ne olduğunu hala idrak edemedi. Bu olayın sonunda kazanan, ne yazık ki otoriter rejim oluyor. George Orwell’ın, 1984 romanında olduğu gibi Büyük Birader bizi izliyor ve biz ne yapsak yetersiz kalacağız. Şunu sorabilirsiniz, “Peki o zaman neden belgesel çekiyorsun?” Ya tutarsa hesabı…
Bültenimizi okuduğunuz için teşekkür ederiz! Henüz abone olmadıysanız ücretsiz olarak abone olabilirsiniz.
Destek olmak için, aşağıdaki linke tıklayın.
Önerilerinizi ve eleştirilerinizi bize iletin: info@turkeyrecap.com
Nida Kara, Freelance gazeteci/Editör @Kara__Nida
Erman Çete, Gazeteci @ermancete