Başta Auschwitz Toplama Kampı olmak üzere, birçok toplama kampının girişinde yer alan Arbeit macht frei ya da Türkçesiyle “Çalışmak, özgürleştirir” sloganı, günümüz iş hayatının da bir yansıması. Çalışmak için yaşamakla, yaşamak için çalışmak arasındaki sınır ihlali de eklenince işyerleri bir ‘suç mahali’ ya da ‘savaş alanına’ dönüşüyor.
Amasra’da 14 Ekim’de meydana gelen maden faciası ya da geçtiğimiz günlerde yayımlanan BBC Türkçe’den Fundanur Öztürk’ün Sağlıkçılar Arasındaki Anestezik İlaç Bağımlılığı başlıklı özel haberi ‘iş cinayeti kavramı’nı bir kez daha gündeme taşıdı. Bu kavram da dahil olmak üzere meslek hastalıklarını, performans sistemi ile bu sistemin parçası olan mobbingi veya yapısal güvencesizlik sisteminin getirdiği psikososyal baskıları, kısacası çalışmaya bağlı ve çalışmaktan kaynaklanan tüm rahatsızlıkları ifade etmek için artık bir tanım mevcut: Çalışma Acısı.
Uğur Şahin Umman’ın Haziran 2022’de İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Çalışma Acısı: Emek ve Eziyet Deneyimleri, ‘la souffrance au travail’ yani ‘işyerinde çalışma ızdırabı’nı konu alan sayılı Türkçe kaynaklardan biri. Birçok farklı iş kolundan, birçok farklı yaş ve cinsiyet grubundan insanla mülakatlar gerçekleştiren Umman, iş cinayeti, silikozis gibi fiziki durumların yanı sıra çalıştıkları sürede maddi-manevi, psikolojik-fizyolojik zarar gören insanların ‘çalışma acı’larını kaleme almış.
’Çalışma Acısı’ kavramı nasıl ve neden ortaya çıktı?
Çalışma Acısı, ilk olarak Aslı Odman'ın çevirdiği bir kavram. Fransızcada, iş güvenliği için ‘santê au travail’ kavramı kullanılıyor. Bu da birçok disipline ayrılıyor. Toksikolojiden psikolojiye, psikiyatriden tıbba üzerine çalışmalar yürütülen bir ekol bu. Genellikle işyerindeki işçi sağlığına odaklanıyor. Türkiye’de çalışılmamış bir alan aslında, bu yüzden, konu hakkında Türkçe kaynak sayısı çok sınırlı. Çalışma Acısı’nın tam anlamı şu: İnsanın, iş yeri koşulları nedeniyle ruhsal ve fiziksel acı çekmesi.
Bu çalışmayı yürütürken yaptığım ilk şeylerden biri sahaya yönelmek oldu. Bir suç araştırmacısı gibi ‘maktul’ bulmaya çalıştım. Hem biraz alanı kriminalize etmek hem de bunun bir suç olduğunu göstermek için fail ve suç kavramları üzerinden ilerledim. Bunlara yoğunlaştıktan sonra kitabın çerçevesi çıkmış oldu.
Bahsettiğimiz acı, aslında örgütlü bir faaliyetin sonucu meydana geliyor, aynı zamanda patronaj süreciyle de alakalı. Klinik Psikolog Marie Pezé, Fransa’daki Nanterre Sağlık ve Bakım Merkezi’nde çalışırken, kliniğe gelenlerin hastalıklarının asıl kaynağının hastaların geçmişindense çalıştıkları iş olduğunu görüyor. Pezé, bunun üzerine söz konusu işyerlerine yoğunlaşmaya başlıyor ve incelemeler yapıyor. Araştırmaları sonucunda burjuvazinin verimlilik, karlılık, sürdürülebilirlik ve yüksek performans gibi ‘kutsalları’ için yaptıklarının işçilerin bedenlerinde ve ruhlarında yaralar açtığını saptıyor. İşsiz kalma korkusuyla boğuşan, performans baskısı nedeniyle uyuyamayan, intihara teşebbüs eden, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan, acı çeken işçilerin hikayelerini Hepsi Ölmedi Ama Hepsi Darbe Aldı - İş ve Acı Danışma Günlüğü 1997-2008 isimli kitabında toplayıp yayımlıyor.
Aslında, travma sonrası stres bozukluğu olarak da tanımlayabileceğimiz bir acı bu. Ben de bu kitap üzerine çalışırken mülakat yaptığım insanlara tanı koymaya çalıştım. Yüzde kırkında travma sonrası stres bozukluğu olduğunu fark ettim. Sendikaların da işçilerin de yeni duyduğu bir kavram bu Türkiye’de. 1980’lerde Fransa özelinde vücut buluyor. Bu kavramın Fransa’da ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biri, sol hareketin geçmişten gelen gücünün olması ve sendikal gündemde bu konuların yer alması.
Türkiye’de mobbing üzerine çalışmalar yürüten kurum ya da kuruluşlar var mı? Mobbing, teşhisi konabilen bir hasar mı?
Bu konu hakkında karşıma Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın çıkması en büyük şanslarımdan biriydi. Türkiye’de son yıllarda avukat Metin İriz ve Fincancı’nın çabalarıyla mobbingin insan psikolojisine verdiği zararlar kayıt altına alınmaya başladı. Adli tıpçıların işkence davalarında kullandığı metotlarla mobbing mağdurunun uğradığı zararlar belgelendiriliyor. Mobbinge uğradığını iddia eden işçinin bunu kanıtlayabilmek için bulunduğu ildeki adli tıp polikliniğine başvuru yapması, tıbbi değerlendirmeye tabi tutulması yeterli oluyor. Adli tıp uzmanlarının hazırlayacağı rapor ve sosyal çalışmacıların işyeri değerlendirme raporları dava dosyasına delil olarak eklenebiliyor.
Kitapta şöyle bir cümle geçiyor: “Tekstil işinde dünyaca ünlü markalar ucuz üretim yapabilmek, mesleki hastalıklarda hukuki sorumluluk almamak için Türkiye’de üretim yapmayı tercih edebiliyor.” Bunun sebebi ne? Neden Türkiye?
Cezanın da düzenlemenin de teftişin de yeterli olmamasıyla alakalı. Tabii, bir de emek oldukça ucuz Türkiye’de. Bunun yanında uluslararası markalar için Türkiye’de üretim yapmak bir avantaj olduğu kadar aynı zamanda dezavantaj da. Bazı sendikaların varlığı, uluslararası mekanizmaları harekete geçirebiliyor. Bu alanda oldukça başarılı sendikalar mevcut.
İşçi hakları üzerine çalışan sendikalardan, “Yahu bir dur, kot taşlamadan kaynaklı silikozisi tartışırken her ay psikoloğuna binlerce lira ödeyen banka yöneticisini mi tartışacağız” tepkisi alıyor musunuz?
Aynı cümleyi kurdular diyebilirim. Fakat, şöyle bir nokta da var. Bu kavram DİSK’in ilgisini çekmiş olacak ki, konu hakkında sunum yapmam için Ankara’ya çağırdılar. Bunun dışında, farklı sendikalardan da çok iyi tepkiler aldım. Örneğin, Eğitim-Sen’in mobbing toplantılarında bu kavramı tartışıyorlarmış.
Çalıştığınız alan ‘emek’ olduğu için, bu alanda çalışan kişiye de ‘emek araştırmacısı’ deniliyor. Emek araştırmacısı tanım olarak ne ifade ediyor?
Soma Katliamı meydana geldikten sonra emek alanına yoğunlaşmaya başladım. Emek araştırmacısı tanımına en iyi örneklerden biri Zafer Aydın. Kendisi benim çok öykündüğüm bir isim. Zafer Abi, toplumsal olayların hafızasını tutmaya çalışıyor. Ben de aslında biraz buna öykünerek bu işe başladım. Soma Katliamı'yla ilgili Çizmelerimi Çıkarayım mı? isimli kitabın yazılma sürecinde üç buçuk sene kadar Soma'da kaldım, alanda çalıştım. Çalışma Acısı kavramı ilk orada karşılaştığım bir kavramdı. Oradaki insani tepkiler, işçilerin yaşadıkları, benim orada şahit olduklarım beni bu alanda çalışmaya itti.
Her iki kitabın hazırlık aşaması esnasında, sizi de bire bir etkileyen durumlar yaşandı mı?
Soma Katliamı sonrası çalışmaya başladığım bir işyerinde ağlama krizine girdiğimi hatırlıyorum, çünkü Soma’da mahkemedeki bir patronun parfüm kokusuyla işyerindeki çalışanın parfüm kokusu aynıydı. O ortama uyum sağlamam bir sene kadar sürmüştü.
Yaptığınız mülakatlar arasında hatırınızda kalanlar oldu mu?
Hiç unutamayacağım örneklerden biri Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde kalmış bir öğretmen. O öğretmenin bütün geçmişiyle alakalı bilgiler öğrencilere servis edilmiş. Bundan kaynaklı ne zaman bir çatışma olsa, bir bomba patlasa ya da bir askerin ölüm haberi gelse söz konusu öğretmen hedef haline gelmiş. Öğretmen, cezaevinde bu kadar yıpranmadığını belirtmişti. Yani, Esat Oktay Yıldırım’ın işkencesiyle okuldaki mobbingi kıyaslıyor. Ya da bir öğretmen, gazeteci Hrant Dink’in cenazesine katıldığı için hedef haline geliyor. Diğer öğretmenler, öğretmenler odasına Türk bayraklı kravatlarla girip “Çay koy reis, kan kırmızısı olsun” diyerek öğretmeni taciz ediyorlar.
Çalışanlar, söz konusu ‘çalışma acısının’ üstesinden gelmek için ne gibi yollara başvuruyor?
Çok ilginçtir, şirketlerde işçilerin kullandığı uyuşturucu satıcıları var. Bu acıya dayanamayan işçiler çoğunlukla uyuşturucu kullanmaya başlıyor. Ya da Covid-19 salgını sürecinde yoğun bakım çalışanlarının kitlesel olarak antidepresan kullanmaya başladıklarını öğrenmiştim. Başka türlü hayatta kalmaları mümkün değil çünkü.
Kolektif olma hali söz konusu acının etkisini azaltır mı?
Bu, vaka üzerinde değişen bir konu ama hem evet hem hayır olarak cevaplayabilirim sanırım. İlk başlarda evet, fakat yargı sürecinde kişi yalnızlaşıyor ya da yalnızlaştırılıyor. Eğitim-Sen bu konuda gerçekten çok başarılı. Bireyi hiçbir şekilde yalnız bırakmıyor, hem maddi hem manevi anlamda. Sistemin eliminasyonu desteklemesi, aynı zamanda rekabet ortamı oluşmasına da elverişli olması nedeniyle proleter de bu bahsettiğimiz acıda kolektifleşmek yerine acıyı körüklüyor. Ve bu körükleme hali aslında çok örgütlü bir şekilde gerçekleşiyor. Aslında bir nevi savaş alanı gibi işyerleri. Bu durumda iş de, ‘güçlü’ olanın, taktikleri iyi bilenin hayatta kaldığı bir savaş.
Bir programda, "Mobbingin kitabını Fethullahçılar yazdı" ifadesini kullandınız. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası tanımı ‘FETÖ’ olarak değişen örgütsel yapılanmaya dair mobbing örneklemleri var mı?
Mobbingin kitabını Fethullahçılar yazdı. Dünyanın hiçbir yerinde bir ‘cemaat’ yoktur ki istihbarat yöntemleriyle bu kadar içli dışlı olsun. FETÖ, muhaliflerini uzaklaştırmak için istihbarat, polisiye ve adli yöntemleri çok yoğun bir şekilde uyguluyor. Örneğin, uzaklaştırma cezası sonrası mahkeme sürecine intikal eden durumlarda, mahkemede de kendi yerleştirdikleri insanlar oluyor. Soruşturma yapılacak alanı tamamen ‘temizledikleri’ için orayı bir ‘gül bahçesine’ çeviriyorlar. Çok sinsi bir şekilde, bedende iz bırakmayacak taktikler uyguluyorlar. Bundan kaynaklı olarak da ‘maktul’, adalet arayışından kendini tamamen soyutluyor.
Bültenimizi okuduğunuz için teşekkür ederiz! Henüz abone olmadıysanız ücretsiz olarak abone olabilirsiniz.
Destek olmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.
Önerilerinizi ve eleştirilerinizi bize iletin: info@turkeyrecap.com
Nida Kara, Freelance gazeteci/Editör @Kara__Nida
Erman Çete, Gazeteci @ermancete